Günlerdir özel dershanelerin kapatılması tartışılıyor. Pek çok yorumcu tartışmayı siyasi bir hesaplaşmanın dışavurumu olarak okusa da kanımca meselenin eğitim eşitsizliği boyutunu unutmamak gerek. Dershanelerin kapatılmasını isteyenler bu kurumların ücretini ödeyip oralara gidebilen çocuklara haksız bir avantaj sağladığını, bu haksızlığın ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyor. Dershaneleri savunanlar ise eğitim sistemindeki mevcut eşitsizliklere işaret ederek dershanelerin çocuklarını iyi okullara gönderemeyecek ailelere arayı kapatma şansı verdiğini ve fırsat eşitsizliğine deva olduğunu iddia ediyorlar. Yani dershanelerin kapatılması da açık kalması da aynı çıkış noktasından savunuluyor: Türkiye'deki eğitim sistemi çocuklar arasında ayrımcılık yapıyor.
Türkiye'de çocuk yoksulluğu hala önemli bir sorun, gelir dağılımında adaletsizlik sürüyor ve 15 yaş altı çocuklar bundan en fazla etkilenen nüfus grubunu oluşturuyor. Gelir adaletsizliğinin en büyük zararını görenler ise uzun süre kesintisiz yoksulluk yaşayan çocuklar. Yani paylaşımda tam bir adalet sağlayana kadar en azında toplumsal konumun nesilden nesile aktarılmasını, yoksulluğun miras bırakılmasını engellemek zorundayız. Ve bunun en gerçekçi yolu eğitim sisteminde eşitliği sağlamak.
Örgün eğitimin vermediği düdüğü parasını verene satan özel dershanelerin kapatılması 12 Eylül sonrasında da gündeme gelmişti. 1982'de ve günümüzde medyada yeralan tartışmalara baktığımızda epey ortak nokta bulmak mümkün. O dönemde de kullanılan söylemler aynıydı: madem eşitsiz bir düzen var, ya bu eşitsizliğin dışavurumlarını yasaklayacağız (dershaneleri kapatacağız, bodrum katlarda yaşamayı yasaklayacağız, okullara üniforma zorunluluğu getireceğiz) ya da aileleri bedel ödeyebilecek durumda olan çocuklar arasında fırsat eşitliğini sağlamayı hakiki bir eşitlik idealinin önüne koyacağız (daha fazla özel okul, daha fazla dershane açacağız, eğitimde özelleşmeyi hızlandıracağız).
İki kötü arasında bir seçim yapmak istemiyorsak tartışmayı bu iki uç arasına sıkışmaktan kurtarmamız ve içi dolu bir eşitlik talebini dillendirmemiz gerek. Buna sınav sisteminin aslında yönelimi ve yeteneği değil de çocukların toplumsal statüsünü ölçtüğünü söyleyerek başlayabiliriz. Çünkü mevcut eğitim ve sınav sistemi toplumsal mobiliteyi öylesine kısıtlıyor ki bugün hangi çocuğun üniversiteye gideceği, hangisinin meslek lisesine gidip işçi çıkacağı -kaideyi bozmayan istisnalar hariç- daha o çocuklar dünyaya geldiği gün belli oluyor. Beş yaşında girdiği eğitim sisteminde önüne konan seçenekler a. dindar/b. mezun olunca alıp alacağım asgari ücret/c. dershaneye gitmeden kazanamam/d. çok pahalı diye sıralanmışken kaç çocuğun ebeveynlerinden daha iyi bir hayat yaşama ümidi kaldı sahi?
1980'lerdeki tartışmalar ile ilgili yazdıklarım da şurada.