Geçtiğimiz kış
oğlum dünyaya geldiğinden beri akademik çalışmalardan biraz uzak kaldım. Öte
yandan yıllardır üzerine yazıp çizdiğim bazı konularda zoraki bir katılımcı
gözlemci olarak birinci elden deneyim ve gözlem biriktirmiş oldum. Benim için bu
gözlemlerden en çarpıcı olanı sokakta yaşanan gündelik ilişkilere dairdi. Ali
Umut’u doğduğu günden itibaren her gün sokağa, parklara, açık havaya çıkarmaya
çalıştık. Ufacık bir bebekle her gün kamusal alanda vakit geçirince gelip
konuşan da çok oluyor. İlk günlerde bu kadar ufak bir bebeği dışarı
çıkarmamamızı söylemek için yolunu değiştiren, sokağa çıkmanın risklerini uzun
uzun açıklayan, hatta bebekle ortalıkta dolaştığımız için bizi azarlayan insanlarla
karşılaştık. Sonra yaz geldi, hava ısındı, Umut’un minik ayakları sıkıcı
çoraplardan kurtuldu ve istisnasız her sokağa çıktığımızda duyduğumuz bir cümle
girdi hayatımıza: “bu çocuğun çorapları yok, ayakları üşür.”
Doktora tezimde gazete
haberlerinden yola çıkarak yaptığım en önemli gözlemlerinden biri, 1980’lerden
itibaren çocuğun sorumluluğunun hızla toplumdan aileye aktarılmasıydı.
Dolayısıyla ilk başlarda Umut’a ve çoraplarına gösterilen bu aşırı ilgiyi
çocuğun toplumca benimsenişinin bir işareti olarak yorumlayıp oldukça şaşırdım.
Fakat bu konuya biraz kafa yorduğumda kimi zaman samimi bir ilgiyle yapılsalar
da bu küçük uyarıların iç içe geçmiş üç farklı işlevi olduğunu fark ettim: makbul
olan ve olmayan (bizim olan ve olmayan) çocukları birbirinden ayrıştırmak, ebeveyne
(özellikle de anneye) görevlerini belletmek ve toplumsal sorumluluğun
sınırlarını çizmek. Bu yazıda bu işlevlerin ilkinden bahsedeceğim. Önümüzdeki
günlerde de diğer iki işlevi ele alacağım ve her biriyle ilgili tezimden kısa
bir bölüm paylaşacağım.
Evimizin
karşısındaki parkta beş çocuklu bir aile yaşıyor. Çocuklardan en küçüğü, Eylem,
oğlumdan bir ay önce kışın en soğuk günlerinde dünyaya geldi. Doğduğundan beri
iki işlek cadde arasına sıkışmış ufacık bir parkta meme emiyor, ağlıyor, uyuyor
ve her bebek her ne yaparsa onları yapıyor. Altı aylık olduğundan beri de
parkın çimlerinde çıplak ayaklarıyla emekleme çalışmalarına girişti. Oğlumla sokağa
her çıkışımızda tanımadığımız birinden bebekler nasıl giydirilmeli, ne kadar
süreyle sokağa çıkmalı, nereye gitmeli konulu bir söylev dinliyoruz. Ancak güneşin
açısına, hava sıcaklığına, salgın hastalık haberlerine, trafiğin yoğunlaştığı
saatlere dikkat ederek her gün kısa bir süre evden çıkan, bir süre hava
aldıktan sonra tekrar evine dönen Ali Umut’un çoraplarına gösterilen bu aşırı
hassasiyet Eylem’in çıplak ayaklarına asla yönelmiyor.
Bu ilgisizliğin
birkaç sebebi var: birincisi, çocuk topluma değil aileye ait kabul edildiğinden
Eylem’in araba camı silerek, düğün konvoylarından bahşiş toplayarak, mahalle
esnafını dolaşıp ufak tefek erzak isteyerek geçinen ailesi müdahaleye uygun
görülmüyor. Dahası, makbul “biz”den olmayan bu aileye karşı toplumsal bir
yükümlülük duyulması da söz konusu değil. İçinde bulundukları koşullar kendi
yapıp etmeleri olarak algılanıyor ve sağdan soldan gelen ayni yardımlar hariç
herhangi bir toplumsal güvenceye sahip olmamaları, örneğin çocukların okula
gitmemeleri, aile hekimine erişimlerinin olmaması, sokakta karşılaşabilecekleri
saldırılardan korunmak için sığınacakları bir kurum olmaması hiç yadırganmıyor.
İkinci ve bence daha
önemli sebep ise bizzat Eylem’in ve onun gibi başka çocukların kayıp vakalar
olarak algılanması. Yarın ne olacakları bugünden belli, aramıza asla
karışamayacak çocuklar onlar. Bu kayıp çocuklar çoğunlukla kentin içinde
tamamen görünmez oluyorlar. Aslında bu görünmezlik kimi zaman bu çocukları
koruyan bir kalkan da olabiliyor. Çünkü göze battıkları anda büyük bir öfke ve
şiddetle karşılaşıyorlar. Tezimden 1990’larda yayımlanan
dilenci çocuk haberlerinden yola çıkarak bu konuyu incelediğim kısa bir bölümü şurada bulabilirsiniz.
Toplumun gözden
çıkardığı bu çocuklar, çoğu zaman salt mevcudiyetleri sebebiyle bir güvenlik
tehdidi olarak algılanıyorlar. Loic Wacquant, Punishing the Poor kitabında çağımızda suçun toplumsal bağlamından
bağımsız düşünüldüğünü ve bu yüzden toplumsal düzenden kaynaklı sorunların
güvenlik problemi gibi algılandığını yazar. İşte bu kafa karışıklığı güvencesizlik,
yoksulluk, eşitsizlik gibi toplumsal sorunlardan duyulan endişeyi hedefine
değil, bizzat o değişimlerden en çok etkilenen öznelere yöneltiyor. Böyle
olunca da ailesi bir konutun masrafını karşılayamadığı için sokakta uyuyan bir
bebeğin sağlığından değil, o ailenin orada yaşamasının yarattığı güvensiz
ortamdan endişe ediyoruz.
Her şeye rağmen içinde
bulunduğumuz çağda sokakta yaşayan, her türlü güvenceden yoksun bir çocuk
görüntüsüyle karşılaşmak kolay hazmedilecek bir şey değil. Bu görüntü, görende en
iyi ihtimalle merhamet, vicdan azabı gibi tepkilere yol açıyor. Bu duygularla
baş etmek son derece zor olduğu için altından kalkması daha kolay, daha yalın duygulara
sığınıyoruz. Öfke de bu yalın duygulardan biri. Duyduğumuz öfkeyi rasyonel bir
eyleme dönüştürecek herhangi bir örgütlülüğe de sahip değiliz ne yazık ki.
Sonuçta elimizden gelen hiçbir şey olmadığı için bu çocukları görmek zorunda
kaldığımızda dönüp yine onlara sinirleniyoruz.
Bu karmaşık
duyguları yaratan tek şey çocuğa karşı duyulan vicdani sorumluluk değil elbette,
bunları besleyen bir diğer faktör de kişinin kendine dair korkuları. Zygmunt Bauman’ın
Liquid Times kitabında bahsettiği
gibi, düzenin ihtiyaç fazlası olduğu için gözden çıkardığı bu insanlar,
toplumun geri kalanında gözden çıkarılma korkusunu tetikliyorlar. İçten içe
kendi çocuklarımızın bu çocuklar gibi olmasının sadece küçük bir kazaya, ani
bir para kaybına, işsiz geçecek birkaç yıla bağlı olduğunu biliyor ve
korkuyoruz. Bu korku da bizzat o çocuklara
yönelik öfke olarak kendini gösteriyor.
Tam da bu
noktada, yani Eylem’in ayaklarına bakıp bir söz söylenemediği, bir şey
yapılamadığı noktada, çocukları sahiplenme arzusu, Ali Umut gibi makbul,
üzerine titrenen, korunup kollanan çocuklara yöneliyor. Hâlihazırda güvenceli
bir hayat süren bir çocuğun çoraplarına dair söz söylemek hem kolay, hem konforlu,
hem de iç rahatlatıcı bir eylem çünkü. Dolayısıyla sokakta gelip “annesi, bu
çocuk üşür” diyen kişi hem çocuklara karşı görevini yerine getirmiş ve
kendinden saydığı çocuğu onaylamış, hem de makbul olmayan çocuğu kendi
sorumluluk alanının dışında bırakmış oluyor.
Zygmunt Bauman, Liquid Times: Living in an Age of
Uncertainty (Cambridge: Polity, 2013)
Loic Wacquant,
Punishing the Poor: The Neoliberal Government of Social Insecurity (Durham;
London: Duke University Press, 2009)
toplumun "ötekileşen"lerini artık farketmeyişimizi, "dikkat et de üşümesin" uyarısı üzerinden analiz ederken bizi de fazlaca silkeleyen bir yazı. kaleminize kuvvet..
ReplyDeleteTeşekkür ederim.
Deletemuhteşem bir bakış açısı, ellerinize sağlık!
ReplyDelete