Çocuk, aile ve toplum ilişkisinin gündelik diyaloglarla nasıl
kurulduğuna dair bir önceki yazımda Ali Umut’la sokağa her çıktığımızda en az bir kişinin gelip bize bebeğimize
nasıl bakmamız gerektiğiyle ilgili bir takım uyarılarda bulunduğunu, bunların
makbul çocukla makbul olmayan çocuğu birbirinden ayırmaya yaradığını yazmıştım.
Aslında geleneksel yapıların çözüldüğü, daha çok insanın çocuklarına yalnız
baktığı bir dünyada bu müdahalelerin deneyim aktarımı yoluyla önemli bir işlevi
yerine getirdiği de söylenebilir. Sonuçta bebeklerin bazen kucaklanınca değil
de bir yere bırakılınca sakinleşebileceğini, gaz çıkarmanın türlü çeşitli
yöntemini, o bir türlü anlam veremediğiniz ağlamanın yorgunluktan kaynaklanabileceğini
çocuk büyütmüş insanlarla konuşa konuşa öğreniyorsunuz. Öte yandan aktarılan bu
deneyimlerle ve gündelik uyarıların diliyle nasıl anne babalar olmamız
gerektiği de tanımlanıyor. Bu yazıda bu müdahalelerin makbul ebeveynliği nasıl tarif
ettiğinden bahsedeceğim.
Bir bebekle sokağa çıktığınız anda hiç tanımadığınız
insanlar sizi uyarmaya başlar: huzurla size sarılmış uyuyan bebeğiniz kanguruda
boğulabilir, o elindeki oyuncakta zehirli boya olabilir, tatlı tatlı kemirdiği
havuç boğazına kaçabilir, mutlulukla çimlerde emeklerken üşütebilir, ağzına yel
üfürebilir, elini uzattığı yapraktan
mikrop, doğduğu günden beri okşadığı kediden kuduz, buluttan nem kapabilir. Bir
çocukla sakince iyi vakit geçirmeniz uygun görülmez, her gevşeklik uyarıyla
karşılaşır. Çünkü çocuk bakımından sorumlu kişinin üstüne düşen en önemli görev
kaygı duymaktır. Sıradan gündelik müdahalelerle kaygı sürekli canlandırılır ve
anne babalar tetikte tutulur.
Ebeveynlerin korkularını tırmandıran tek şey gündelik
hayatta karşılaşılan uyarılar değil elbette. Sansasyonel hızlı üretim habercilik
eğiliminin bize hediyelerinden biri, her gün çocuğunuzu bekleyen yepyeni bir
tehlike ile ilgili ünlemlerle donatılmış bir yazıyla karşılaşmak. Ebeveynleri
dehşete düşüren başlıklarla tıklama avcılığı yapan sosyal medya yazılarında da benzer
bir dil kullanılıyor. Tezimde gazete haberlerinde ev kazalarının adeta birer
salgın hastalık, birer toplumsal yara gibi sunuluşunu incelediğim kısa bir
bölüme şuradan ulaşabilirsiniz. Bu haberlerin dünyası tekinsiz ve tuzaklarla dolu bir yerdir, son
derece kırılgan ve savunmasız varlıklar olarak tasvir edilen çocukların bu
dünyada hayatta kalması bile tesadüflere bağlıdır.
Geçen yıl İstanbul’da yaklaşık 240 bin, Türkiye’de 1
milyon 325 bin, dünyada 144 milyon bebek doğmuş. Bu bebekler her iklimde, türlü
koşullarda büyüyor. Üstelik bebekler oldukça dayanıklı ve onlar için “normal”
sayılanlar oldukça geniş. Bunlar çocuklara dair kaygıların tamamen temelsiz
olduğunu göstermiyor elbette ama meseleye böyle baktığınızda biraz sakinleşmek
mümkün olabilir. Biraz olsun sakinleşmemiz de gerekiyor çünkü sürekli endişe
içinde yaşamak sadece ebeveynler için değil çocuklar için de zor. Aşırı
korumacılık çocukların özgürlüğünü ciddi şekilde kısıtlıyor.
Yale Üniversitesi’nden Jerome L. Singer ve Dorothy
Singer’ın danışmanlığını yaptığı bir araştırma kapsamında görüşülen annelerin %86’sı,
çocuklarının sokakta özgürce oynamasının onları mutlu ettiğini gözlemiş. %83’ü
ise kendi kaygıları sebebiyle
çocuklarını evde tuttuklarını, “sokağa salmadıklarını” söylemişler.
Yankı Yazgan bu araştırma ile ilgili uzunca bir yazı yazmıştı. Elbette bu durumun fiziksel çevrenin çocuklara uygun tasarlanmamış olması gibi
haklı sebepleri var. Ama bazı tehlikeleri göze almadığımız sürece çocukların
hayata karışmaları, kendi başlarına hareket etmeyi öğrenmeleri mümkün değil.
Peter Stearns, Anxious Parents kitabında ebeveynlerin
endişelerinin çocukların yaşam standardı yükseldikçe nasıl arttığını anlatır. Stearns’e
göre yirminci yüzyıl boyunca salgın hastalıkların kontrol altına alınışı, çevrenin
çocuklar için daha güvenli hale gelişi, çocuk ölüm hızının düşüşü gibi
gelişmelerle çocukların kıymeti artmış, bu yüzden de kaza, şanssızlık, hastalık
gibi sebeplerle çocuklara bir zarar gelmesi kabul edilemez hale gelmiştir. Bunu
farklı çocuklara karşı takındığımız farklı tavırlara baktığımızda açıkça
görebiliyoruz. Çatışma bölgesindeki çocuğun, göçmen çocuğun, yoksul çocuğun,
işçi çocuğun başına bir şey gelmesi en fazla sıradan bir üçüncü sayfa haberi
olabilirken, orta ve üst sınıfların korunaklı hayatlar yaşayan çocuklarının
atlattığı tehlikeler manşetlere uygun görülüyor.
Bu durum elbette en çok çocukların iyiliğini satın
alınabilen bir şeye dönüştüren piyasaya yarıyor. Çocuklarının güvenliğini sağlamak
isteyen ebeveynlerin kabarmış yüreğine su serpecek bir sloganla her şeyi
pazarlamak mümkün çünkü: sağlam bir araba, sağlıklı gıda, kaliteli sağlık
hizmeti, iyi bir gelecek sağlayacak bir eğitim... Yukarıda bahsettiğim
araştırmanın devletler, sivil toplum örgütleri ya da üniversitelerce değil de
“kirlenmek güzeldir” sloganıyla çocuklara özgürlük pazarlayan Unilever tarafından
desteklenmiş olduğunu da ironik bir not olarak düşmek gerek buraya.
Başladığım yere geri döneyim. Gündelik ilişkilerle
birbirimize aktardığımız kaygının en önemli işlevi, çocuğa dair bütün her şeyin
ailenin sorumluluğunda olduğunu hepimize belletmesi. Bu yüzden sokakta biri gelip
sanki çocuğumuzun başına ne gelse sadece bizim yüzümüzden gelirmiş gibi “hasta edeceksin
bu çocuğu” dediğinde şaşırmıyoruz. Endişeli ebeveynler olarak her şeyi kontrol
etmemiz gerektiğine ve her şeyin kendi sorumluluğumuzda olduğuna inanıyoruz. Peki
toplum bu sorumluluğun ne kadarını üstleniyor? Bu da bir sonraki yazının konusu
olsun.
*Peter N. Stearns, Anxious
Parents: A History of Modern Child Rearing in America (New York: NYU Press,
2004)
No comments:
Post a Comment