Yeni bir kente
gittiğimde en çok bitpazarlarını gezmeyi severim, çünkü bence hayata dair
ipuçları müzelerde değil de esas buralarda bulunur. Bir zamanlar çok sevilmiş dostlardan
gelen posta kartları ve mektuplar, özene bezene giyinip fotoğrafçıya giderek
çektirilmiş aile portreleri, ama en çok
da eşyalar: artık büyümüş çocukların kırık oyuncakları, giyilmeye kıyılamadan
sandık lekesi olmuş elbiseler, tatile gidilen yerlerden toplanmış ufak tefek
süs eşyaları, kimi severek alınmış, kimi eş dost hediye ettiği için saklanmış,
artık sahibinin işine yaramayan türlü çeşitli ıvır zıvır. Antika eşyalar değil
bu bahsettiklerim, aynısından her evde bulunabilecek ama her evde farklı bir
anlam taşıyan nesneler. Bu nesnelere kıymet veren taşıdıkları özellikler değil
de hayatına dahil oldukları insanların anıları olduğu için o insanlar ve o
anılar yok olduğunda onlara yeni anlamlar yükleyecek birilerini aramak için işte
böyle bitpazarlarına düşüyorlar. Bu yüzden de hem hayatın gelip geçiciliğinin,
hem de insanların bunu bile bile hayata nasıl tutunduğunun bir vesikası,
insanlığımızın arşivi gibi geliyor bana bu eşyalar.
Bu gördüğünüz
fotoğrafları Berlin’de Mauerpark bitpazarında çektim. Berlin tıpkı İstanbul
gibi yaralı bir kent ve belki de bu yüzden bitpazarları böyle zengin. Berlin’e
geleli daha pek bir vakit olmamış göçmen bir satıcının tezgahında Weimar
döneminden bir vazo, savaş döneminden bir rozet, DDR’den bir çaydanlık, Batı
Almanya üretimi bir kaset çaları yan yana bulabiliyorsunuz. Bu eşyalar
geçtiğimiz on yıllar boyunca nelere tanık oldu, nasıl insanlar için ne anlam
taşıdılar? Bunları öğrenmenin bir yolu yok elbette. Ama o tek bir köşesi
aşınmış ahşap oyuncakla bir zamanlar bir bebeğin yeni çıkan dişini kaşıdığını, hiçbir
yanı çizilmeden nesilden nesile aktarılmış kadeh takımının kayıp bir
zenginliğin hatırası olarak bir vitrinde özenle saklandığını ve sadece özel misafirlere
çıkarıldığını tahmin etmek; bunlara bakarak hiç tanımadığınız ve anılarını
paylaşmadığınız insanlarla duygudaşlık kurmak zor değil.
Serinin en son fotoğrafında
kavrulmuş masa lambaları göreceksiniz. Bu fotoğrafı da yine Berlin’de, Museum
der Dinge’de çektim. 20. ve 21. Yüzyıllarda üretilmiş, çoğu seri üretim
gündelik hayat nesnelerine ev sahipliği yapan bu ufak müzenin adı kabaca
Şeylerin Müzesi diye çevrilebilir. Alışılagelmiş müzelerden oldukça farklı bir
yer; eşyalar işlevlerine, renklerine, kimi zaman da ait oldukları estetik ekole
göre gruplanarak sergilenmiş. Ziyaretçiye fazla bilgi veren bir müze değil burası,
bu fotoğrafta görülen lambaların başına ne geldiğini de yazmamışlar. Ben
bunların Berlin’in bombalandığı günlerden kalma olduklarını düşündüm.
Çektiğim bu
fotoğrafları, Christopher Isherwood’un Berlin’de, muhtemelen aynı bu fotoğraflardakilere
benzeyen nesnelerle ilgili yazdığı bir pasajla birlikte paylaşmak istedim. Isherwood’un
otobiyografik öğeler taşıyan Elveda Berlin romanı 1939’da yayımlanmış. Hikaye 1930ların
başında, Nazilerin iktidara yürüdüğü ve Almanya’nın felakete sürüklendiği
yıllarda geçiyor. Henüz okumadıysanız salt edebiyatın en trajik dekadan
karakterlerinden biri olan Sally Bowles ile tanışmak için bile muhakkak
okumanızı tavsiye ederim. Isherwood’un bu pasajda eşyaların kaderiyle ilgili
yazdığı her iki öngörü de gerçekleşti. Acaba savaş arifesindeki Berlin’i
anımsatan günler yaşayan bizlere ve bizim eşyalarımıza ne olacak? Onu da bundan
yetmiş yıl sonra İstanbul’un bitpazarlarını gezen biri yazar artık arkamızdan.
“Odadaki
her şey böyle: Gereksiz derecede sağlam, anormal derecede ağır ve tehlikeli
biçimde keskin. Burada, yazı masasının başında da bir alay metal nesneyle karşı
karşıyayım – birbirine dolanmış yılanlar biçiminde bir çift şamdan, içinden bir
timsah başı uzanan bir kül tablası, bir Floransa kamasından kopya edilmiş bir
mektup açacağı, kuyruğunun ucunda küçük, bozuk bir saat taşıyan pirinç bir
yunus. Böyle şeyler sonunda ne olur? Bunlar nasıl yok edilir? Herhalde binlerce
yıl öylece, el sürülmeden kalacaklar: İnsanlar onları müzelerde
değerlendirecek. Ya da belki savaşta eritilerek cephane olarak
kullanılacaklar.”
Christopher Isherwood, Hoşça Kal Berlin,
Çeviren: Zehra Gencosman. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012).
Metnin orjinali
de şurada dursun:
“Everything in the room is like that:
unnecessarily solid, abnormally heavy and dangerously sharp. Here, at the
writing-table I am confronted by a phalanx of metal objects – a pair of
candlesticks shaped like entwined serpents, an ashtray from which emerges the
head of a crocodile, a paperknife copied from a Florentine dagger, a brass
dolphin on the end of its tail a small broken clock. What becomes of such
things? How could they ever be destroyed? They will probably remain intact for
thousands of years: people will treasure them in museums. Or perhaps they will
merely be melted down for munitions in a war.” Christopher Isherwood, Goodbye to Berlin (London: Vintage Books, 1998).
No comments:
Post a Comment