Friday, 2 November 2018

Ebeveynliğin Yoğuşması


Hepimiz çocuklarımız için en iyisini istiyoruz, buna şüphe yok. Fakat acaba bunu böylesine şiddetle isterken kaybettiğimiz şeyler olabilir mi? Cindi Katz, günümüz orta sınıf ebeveynlerinin kendi çocuklarına sonsuz emek, zaman ve para yatırımı yaparken diğer çocukları gözden kaçırdığını yazıyor. Bunu da ebeveynliğin yoğuşması (parental involution) olarak adlandırıyor.
Katz, bu terimi Clifford Geertz’in Endonezya'da tarımsal dönüşümü inceleyen çalışmasından ödünç almış.  Geertz’in bahsettiği dönüşüm, modernleşen Endonezya’da geniş arazilerin ekildiği geleneksel tarım yöntemlerinin terkedilmesi ve daha küçük alanlarda daha yoğun üretime geçilmesi olarak özetlenebilir. Fakat bu dönüşümün sonucu, gıdanın daha fazla insana ulaşması olmamış, toprak işçileri daha küçük tarlaları daha yoğun emek harcayarak işlemişler ama toplam üretim artmamış. Kısacası, Katz diyor ki biz de bugün daha az çocuğa daha yoğun kaynak aktarıyoruz, fakat toplumun bütününe baktığımızda elde ettiğimiz sonuç düne göre daha iyi bir sonuç değil. Kendi çocuklarımız için en iyi, en organik, en sağlıklı, en kaliteli, en en en olanı ararken çocukluğun toplumsal bir şey olduğunu, başka çocuklardan da bizim sorumlu olduğumuzu unutuyoruz.

Parental involution describes the embellishment of contemporary middle-class parenting practices and the ways they can preoccupy parents, albeit sometimes grudgingly. The all-consuming nature of these practices can also distract parents, rerouting their potential attention from the political, economic and other sources of their insecurities to attend to their symptoms as they simultaneously commodify their children as ideal class subjects of the imagined future, embodying evermore elaborate attributes, and regard their successful upbringing as a zero sum game (cf. Sammond, 2005: 370). Social childhood – that is, other people’s children – is a casualty here, as witnessed in the underfunded childcare centers, ill-equipped playgrounds, and poor schools in which so many children come of age” (Katz, s.727-728)

Katz, C. (2017). The Angel of Geography: Superman, Tiger Mother, aspiration management, and the child as waste. Progress in Human Geography, 42(5) 723-740.
Geertz, C. (1968). Agricultural involution: the process of ecological change in Indonesia. University of California Press.

Wednesday, 24 October 2018

Update: Children's Rights in Turkey Database and Data Map

The database and data map of my research project on negotiations over child rights in Turkey is now available online. The project questions how child rights governance can become an instrument to consolidate power, control expectations, and legitimise an authoritarian regime both nationally and internationally. The accompanying database includes links to official UN and TR documents, as well as NGO documents and PM questions. Available here.


The project follows the implementation of the UNCRC in Turkey, with a specific focus on the timeline of the UNCRC reporting process, the government agencies responsible for this, and the Child Rights Strategy, the key text that defined Turkey’s roadmap. States that are party to the UNCRC have three major obligations, which are to implement, to report, and to inform. It appears that Turkey has been committed to fulfil the obligation to report, thereby sustaining the appearance and discourse of children’s rights. According to these reports, the government claims to have introduced a set of regulations and institutions for the implementation of children’s rights in coordination with various actors, including non-governmental organisations, unions, academics, and national and international organisations. To this day, the Board and the Strategy continue to be referred to in various platforms, including political speeches, public declarations, and negotiations with the international community. However, a closer scrutiny into these reveal that they are either dysfunctional, inactive, or even if they are active, the system lacks the necessary transparency, accessibility, and openness to the public.

The data map is based on a scrutiny of AKP documents, Official Gazette database, the news coverage of children’s rights in the Directorate General of Child Services and Independent Communication Network (Bianet) news archives, and various archives and databases the United Nations Human Rights Office of the High Commissioner database for the Committee on the Rights of the Child records, and the press releases archive of the Çocuk Vakfı, and the various databases of the Grand National Assembly of Turkey, which allows access to written questions by the members of parliament, and also to minutes of general meetings and commission meetings.





Monday, 22 October 2018

Türkiye’de Kreşler ve Anaokulları – 3


Kreş Çocukların Hakkıdır

Türkiye’de çocuk bakım kurumlarıyla ilgili yazı dizimin birinci bölümünü burada, ikinci bölümünü ise şurada okuyabilirsiniz.


Görsel: İsveç Helsingborg’da bir kamu kreşi, mimari proje Dorte Mandrup Arkitekter.

Bir önceki yazımda çocukların üç yaşından önce kreşe gönderilmemesini tavsiye eden uzman görüşlerinde bahsetmiştim. Gelin konuyla ilgili araştırmalara yakından bakalım. Aslında çocuklara üç yaşına kadar, tercihen anneleri tarafından evde bakılması gerektiği fikri Türkiye’ye özgü bir fikir değil. Ev ve aile merkezli çocuk bakımı 1990’lardan itibaren küresel olarak yayılmış bir söylem. Bu söylemin yaygınlaşmasında sebep olan birkaç kilit araştırmaya yakından baktığımızda ise işlerin her zaman “uzmanların” dediği gibi olmayabileceğini görüyoruz. 

1980’lere kadar çocukların küçük yaşta bakım kurumlarında geçirdiği zaman konusunun akademik çalışmalarda gündeme gelmediğini görüyoruz. Konuyla ilgili ilk araştırmalardan biri,1986 yılında Belsky ve arkadaşlarının yürüttüğü bir çalışma. Bu araştırma, dört buçuk yaşından önce bakım kurumlarında uzun süre hizmet almış çocukların küçük bir kısmının ilerleyen dönemlerde çeşitli davranış bozuklukları gösterdiğini söylüyordu. 

İlerleyen yıllarda Belsky araştırmasının yöntemleri çokça tartışıldı, rastlantısal bulguları nedensel ilişkiler gibi yorumlamakla eleştirildi. Araştırma çok az sayıda çocuğu çok kısa süre boyunca takip etmiş, üstelik sonuçlar değerlendirilirken çocukların aldığı bakım hizmetinin kalitesi, aileler arası farklar gibi kritik göstergelere hiç  bakılmamıştı. Daha da ilginç olanı, Norveç'te ve İsveç’te yürütülen benzer araştırmaların Amerika'da yürütülmüş Belsky araştırmasından farklı sonuçlara ulaşmasıydı. Neredeyse tüm çocukların kaliteli ve iyi denetlenen kreşlere erişebildiği bu ülkelerde yapılan çalışmalar, esas meselenin çocukların kreşe gidip gitmemesi değil kreşte sunulan hizmetin kalitesi olduğunu gösteriyordu.

Fakat bu tartışmalı sonuçlar medya basın tarafından dolaşıma sokulmuştu bir kere. “Çocuğunuzu kreşe göndermeyin” manşeti, “erken yaşlarda düşük standartlarda hizmet veren bakım kurumlarında uzun süreler geçiren çocuklar, bir ihtimal 6 yaş civarı sınıf düzenini bozmaya yaşıtlarına göre biraz daha meyilli olabilir” manşetinden çok daha sansasyonel duyuluyordu. Ve tabii kreşlerin kalitesinin yükseltilmesini talep etmek yerine ailelere çocuklarını kreşe göndermemelerini söylemek zamanın ruhuna daha uygun düşüyordu.


Kreş meselesinden bahsedip de kreş karşıtı söylemin maskelediği çok önemli bir diğer konuya, kadın istihdamına değinmemek olmaz. Halihazırda Türkiye’de çalışma çağındaki kadınların yalnızca üçte biri işgücüne katılıyor. Bunun temel sebeplerinden biri, çocuk bakım sorumluluğunun kadınlara yüklenmesi, kreşe erişimin güç olması, mevcut bakım hizmetlerinin çok pahalı olması. Oysa biliyoruz ki çalışan annelerin çocukları pek çok açıdan daha şanslılar; önlerinde güçlü toplumsal cinsiyet modelleri var, haneye ve dolayısıyla çocuklara daha fazla gelir düşüyor.

Çocukların iyi olma haline dair neredeyse tüm göstergelerin hanenin gelir seviyesiyle doğrudan ilişkili olduğu düşünüldüğünde sadece kadın istihdamını güçlendirme hedefi bile kreşi savunmak için yeter aslında. Dahasını sayalım. Kapitalizmin çok sevdiği fayda maliyet perspektifinden bakarsak, her bir çocuğa bir evde bir yetişkin tarafından bakılması efektif değil. Çevre perspektifinden bakarsak, milyonlarca orta üst sınıf ailenin evinin çocukların onar dakika ilgilenip bırakacağı oyuncaklarla doldurulması sürdürülebilir değil. Çocuk psikolojisi açısından ise, kendini ifade edemeyecek yaştaki çocukların yıllarca tüm gün sadece bir yetişkinle başbaşa kalmaları dengeli ve sağlıklı bir ilişki biçimi değil.

Peki çözüm nedir? Kadınların üçer beşer çocuk doğurması talep edilen bir dönemde annenin çocuk başına en az üç yıl, haydi bunlar birbiriyle kesiştirildi diyelim, üç çocuk için toplam en az yedi yıl eve kapanması mıdır çözüm? Kadın oluşlarının diyetini onyıllar önce kendi çocuklarını yeğenlerini kardeşlerini büyütmek için toplumsal hayattan koparak ödemiş anneannelerin babaannelerin torunlarını büyütmesi midir? Yoksa geçinebilmek için sürekliliği olmayan bir dizi işi kovalamak zorunda kalan yoksul kadınların orta üst sınıf hanelerde çocuk bakıcısı olarak çalışması mıdır?

Hiçbiri. Çözüm, iyi denetlenen, eğitimli çalışanların küçük gruplarda az sayıda çocuğa baktığı, çocuklara uygun tasarlanmış, çocuk dostu malzemelerle inşa edilmiş, çocukların gelişimine uygun oyuncaklarla, kitaplarla, ekipmanlarla donatılmış kamusal kreşler.
Kreş bakımı almış çocuklara odaklanan çeşitli araştırmalar, kaliteli bakım hizmetlerinin çocukların dil becerilerini, bilişsel gelişimlerini, hafıza yeteneklerini desteklediğini gösteriyor. Kreşler, çocuklara ebeveynlerin sunamayacağı pek çok fırsatı, en önemlisi de yaşıtlarıyla birebir ilişki kurma fırsatını sunuyorlar. En önemlisi de kaliteli bakım hizmetleri, aileler arasındaki sosyo-ekonomik farkların çocuklara daha az yansımasını sağlıyor ve böylece toplumsal eşitliğe katkıda bulunuyor

Kısacası, çocuk bakımı meselesi sadece çocuğun bir şekilde bakılıp büyütülüp örgün eğitime katılacak yaşa getirilmesinden ibaret değildir. Kreş çocukların hakkıdır. Kreş yaşındaki çocuklar hakları için mücadele edebilecek, örgütlenebilecek politik özneler olmadıkları için bu hakkı savunmak da bize düşüyor. Konuyla ilgili manifesto niteliğinde nefis bir yazıyı şurada okuyabilirsiniz. 

Türkiye’de Kreşler ve Anaokulları – 2


“Çocuğunuzu Kreşe Göndermeyin!!!”

Bu yazı dizisine başlarken, memlekete dönersek Umut’u gönderecek kreş bulabilecek miyiz sorusuna cevap aradığımdan bahsetmiştim. İnternete erişimi olan her ebeveyn gibi ben de bu soruma cevap bulmak için bir arama motoruna “2 yaş kreş” yazdım. Ve tabii sanki “baş ağrısı” yazıp aratmışım gibi bu aramanın sonucunda da bilgisayarımın ekranına yüzlerce felaket senaryosu döküldü. Profesyonel ebeveynler, hikmeti kendinden menkul uzmanlar ve köşe yazarlarından oluşan koca bir ordu, bu korkunç yanlıştan bir an evvel dönmem için beni uyarıyordu.

Görsel: Tütün işçilerinin çocuklarına hizmet veren Himaye-i Etfal Cibali bakımevi, 1930lar.

Ebeveyn bloglarına, haber sitelerine ve forumlara hakim olan bu “uzman” görüşüne göre çocuklara en az üç yaşına kadar evde, tercihen de anneleri tarafından bakılmalı. Gelin bu tavsiyeyi yapan metinlerden birine, Türkiye’den Birgün’e siyasi yelpazenin her yanından gezeteye bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmış olan şu yazıya yakından bakalım. Sözkonusu yazı farklı kaynaklarda özel bir hastane zincirinin farklı kentlerdeki şubelerinde çalışan, farklı tıbbi uzmanlık alanlarındadan farklı isimlere atfedilmiş. Hastanenin kendi sitesinde bile aynı yazı birden farklı imzayla yayımlanmış, o yüzden kimin ne amaçla yazdığını bilemiyoruz. Gerçi yazı öyle çok mecrada yayılmış, öyle anonimleşmiş ki ilk kimin yazdığı çok da önemli değil. 
Genellikle “çocuğunuzu 3 yaşından önce kreşe göndermeyin” başlığıyla yayımlanan yazı, “eğer olağanüstü bir durum söz konusu değilse; çocukları 2.5 -3 yaşından önce aile ortamından ayırmamalı ve okul öncesi kuruluşlara kayıt ettirme kararı aceleyle verilmemelidir” cümlesiyle başlıyor. Ardından da çocukların kreşe gitmeye hazır olmaları için yerine getirmesi gereken bir takım şartlar sıralanıyor. Bu şartlardan biri çocuğun konuşabilmesi, “o beni dövdü” “öğretmen bana kızdı” “teyze yemek vermedi” gibi ebeveynlerin kanını donduracak cümleler kurabilmesi. Kreş dediğimizde aklımıza güvensiz, denetimsiz, çocuğun her an aç bırakılabileceği, dayak yiyebileceği yerlerin gelmesi gerekiyor çünkü.
Çocukların yerine getirmesi gereken diğer şartlar, kişisel temizlikten üç tekerli bisiklete binebilmeye, uzun konsantrasyon sürelerinden sayı sayabilmeye kadar çeşitli becerileri kapsayan uzun bir liste halinde sıralanmış. Bu hedeflere bedensel ve gelişimsel olarak hiçbir zaman ulaşamayacak olan çocukların ne yapması gerektiğine dair herhangi bir görüş bulamıyoruz. Oysa ki kreş denen kurum çocukların belli şartları karşılamasını beklemez, onlara ihtiyaçlarına göre hizmet verir. Dahası, bir çocuğun kreşe gitmek için fiziksel, ruhsal ve toplumsal olgunluğa erişmesi gerekmez çünkü kreş çocukları tam da bu becerilerle donatmaya yönelik bir kurumdur.
Yazıda dile getirilen "kreşe erken giden çocuklar eğitimden soğuyabilir," "dinleme becerileri tam gelişmemiş olabileceği için öğretmenin talimatlarına uymayabilir" gibi diğer kaygılara baktığımızda ise bu kreş karşıtlığının altında anaokulu ve kreş kavramlarının birbirine karıştırılmasının yattığını anlıyoruz. Gerçekten de yazının farklı bölümlerinde kreş, anaokulu, okul öncesi eğitim, bakım kavramları eş anlamlıymış gibi birbirinin yerine kullanılmış. Oysa ki kreş çocukların sınıf içinde eğitim gördüğü, öğretmenlerin talimatlarını takip ettikleri bir eğitim kurumu değildir. Kreşin amacı çocukların yetişkinler gözetiminde serbest oynaması, farklı uyaranlarla tanıştırılması, akranlarıyla ilişki kurması için fırsatlar sunulmasıdır.
Kreş ve anaokulları arasındaki farkları biraz açalım. Bir önceki yazımda Türkiye’de yasal olarak kreşler ve gündüz bakım evlerinin 0-66 ay arası çocuklara bakım sağlayan kurum, anaokulunun ise 36-66 ay arası çocuklara eğitim veren kurum olarak tanımlandığından bahsetmiştim. Mevzuat bakım ve eğitim kurumlarını farklı sınıflandırdığı için Türkiye’de kreşler ve gündüz bakım evleri Aile Bakanlığı tarafından, anaokulları ise Milli Eğitim Bakanlığı tarafından denetleniyor, programlar da ilgili bakanlıklarca belirleniyor.
Bu iki başlı sistemin ebeveynler açısından en kafa karıştırıcı yanı, 3-5 yaş arasındaki çocukların nereye gönderileceği sorusu. Zira hem Aile Bakanlığı’na bağlı gündüz bakım evleri, hem de Milli Eğitim’e bağlı anaokulları 36-66 ay arası çocuklara hizmet veriyor. Daha önce de yazdığım gibi, Türkiye'de yeterli sayıda kreş ve bakım evi yok. Anaokulları ise bakım evlerine göre çok daha yaygın kurumlar olduğu için bunlara erişmek daha kolay. 36 ayı doldurmuş çocuklar için anaokulu, özellikle de devlet anaokulu çok daha maliyetsiz bir alternatif, Çoğu aile de hem bu gibi maddi sebeplerle, hem akademik kaygılarla, hem de çalışanlarının lisans mezunu olması gibi kriterlerle son derece haklı olarak anaokullarını tercih ediyorlar.
Fakat öte yandan, anaokulları eğitim kurumu statüsünde olduğu için çoğu anaokullu çocuklara bakım hizmeti verecek yeterli sayıda personel istihdam etmiyor. Anaokuluna gidecek çocuğun kendi öz bakımını kendisinin yapacağı varsayılıyor. Pratikte ise elbette durum böyle yaşanmıyor. Kendi okul yıllarınızdan da gayet iyi hatırlayacağınız üzere, ne kadar bağımsız yetiştirilmiş olsa da bir çocuğun temizlikten beslenmeye her ihtiyacını kendi başına giderebilmesi mümkün değil. Bu yüzden anaokullarında yardımcı öğretmen/sınıf annesi denen görünmez bir kadro var. Devlet anaokullarında bu görev, ailelerden gelen “bağış”larla tutulan, güvencesiz, örgütsüz, kadrosuz, en iyi ihtimalle de liselerin çocuk gelişimi bölümlerinden mezun kadınlar tarafından üstleniliyor.
Kısacası, ailelere hitaben yazılmış bu yazılar çocuğun bir şekilde ev içinde belli bir psikolojik ve fiziksel olgunluğa eriştirilmesini ve ardından anaokuluna gönderilmesini tavsiye ediyorlar. Fakat bu tavsiyeyi dinlediğinizde kreşte sosyalleşme aşamasını atlayıp, 3 yaşına kadar ailesi dışında minimum toplumsal ilişki kurarak yetişmiş bir çocuğu anaokuluna, tanımı gereği eğitim odaklı, çocukların belli bir düzen çerçevesinde hareket etmelerini bekleyen bir kuruma göndermiş oluyorsunuz. Üstelik bunu tam da çocukların bireyselleşmeye çalıştığı, bunun için de çeşitli duygu patlamaları yaşadığı bir dönemde yapıyorsunuz. Eğer sağlam sinirleriniz varsa bazı anaokulu çalışanlarının 36 aylık çocukların anaokullarına gönderilmesiyle ilgili fikirlerini şurada okuyabilirsiniz. 
Kaliteli, erişilebilir kreş hizmetleri talep etmek yerine ailelere çocuklarınızı kreşe göndermeyin dendiğinde çocuklar nelerden mahrum kalıyor, bu da bu dizideki üçüncü ve son yazının konusu olsun.

Thursday, 18 October 2018

Türkiye’de Kreşler ve Anaokulları - 1


Çocukların Bakım ve Eğitim Hizmetlerine Erişimi


İsveç’teki araştırma bursumun süresi bitmeye yaklaşınca, memlekete dönersek ne yapacağımıza karar vermek için Türkiye’de çocuk bakım hizmetlerinin ve okul öncesi eğitimin durumunu araştırmaya başladım. Ne yazık ki karşılaştığım manzara hiç iç açıcı değil. Dahası, medyada ve özellikle de ebeveynlerin sıkça takip ettiği sosyal medya platformlarında bu konuyla ilgili müthiş bir kafa karışıklığı olduğunu gördüm. Ben de konuya kendi akademik disiplinimin penceresinden, çocukluk çalışmaları perspektifinden bakmak istedim. Önümüzdeki günlerde Türkiye’de kamusal çocuk bakımının durumu, mevcut kurumların farkları ve bu kurumların çocukların ve ailelerin hayatlarına etkileri ile ilgili bir dizi yazı yazacağım.




Kaynak: Türkiye’de Çocuk Bakım Hizmetlerinde Arz ve Talep Durumu: Bir Karma Yöntem Çalışması


Bundan bir yıl önce, Umut 1.5 yaşındayken İsveç Enstitüsü’nden bir araştırma bursu kazandım ve ailecek İsveç’e taşındık. Buraya gelme kararımızı belirleyen en önemli sebeplerden biri, Türkiye’de üç yaşın altındaki çocuklar için herhangi bir kamusal bakım hizmetinin olmayışıydı. İsveç’te ise durum tamamen farklı, 12 ayı doldurmuş bütün çocukların eğer ebeveynlerin her ikisi de çalışıyorsa tam gün, yok eğer çalışmayan bir ebeveyn varsa yarım gün kreşe gitme hakkı var.
Biz de gelip kimlik kartlarımızı çıkarır çıkarmaz kreş başvurusu yaptık. Mahallemizdeki kreşlerden birinde yer açılana kadar da Umut babasıyla birlikte haftada birkaç yarım gün açık kreşe gitti. Açık kreş, yani öppna förskola, tüm bebeklerin doğdukları günden itibaren bir yetişkinle birlikte gidebildiği, isterlerse bir köşede kendi kendilerine oynadıkları, isterlerse de yaşıtları başka çocuklarla kaynaştıkları çocuk dostu mekanlara deniyor. Bu açık kreşler günün belli saatleri belli yaş grubundan çocuklarca kullanılıyor ve özellikle de İsveç’teki uzun ebeveynlik izinleri sırasında ana babaların da sosyalleşmesi için de güzel bir fırsat sundukları için çok seviyorlar. Bir süre sıra bekledikten sonra Umut’un kamu kreşine kaydı yapıldı, yaklaşık altı aydır da haftada beş gün evimize yakın, bahçeli, çocukları bolca açık havada oynamaya teşvik eden bir kreşe gidiyor.
Yaşadığımız kreş deneyimi sayesinde güvenli ve kamusal çocuk bakımının hem aileler hem de çocuklar için ne kadar önemli bir nimet olduğunu tekrar takdir ettim. Olumlu yanları saymakla bitiremem. Umut kreş sayesinde bağımsızlaştı, kendi kendine giyinip soyunmayı, yemekten önce ellerini yıkayıp kurulamayı, masa başına geçip çatal bıçak kullanarak kendi yemeğini yemeyi öğrendi. Bunları belki evde kalsa da öğrenirdi ama elli metrekarelik evimizde kreşteki kadar çeşitli kitabı ve oyuncağı, onun boyuna uygun tefriş edilmiş açık ve kapalı alanları, gelişimini desteklemek için tasarlanmış onca nesneyi bulundurmamız mümkün değildi elbette. Kaçımızın evinde yürümeyi yeni öğrenmiş çocukların dengelerini kaybetmeden ayakkabılarını giyebilmeleri için tasarlanmış bir tabure var? Daha da önemlisi eğer kreşe gitmemiş olsaydı, arkadaş edinmeyi, onlarla birlikte oyun kurmayı, ufak tefek çatışmaları kendi başına çözmeyi ve tabii İsveççe konuşmayı öğrenemeyecekti.
Türkiye’de kreşlerin ve anaokullarının durumunu anlatmaya geçmeden önce konuyla ilgili bazı temel kavramlara açıklık getirmek gerekiyor. Türkiye’de 0-36 aylık çocuklara hizmet veren kurumlara kreş, bunu 36-72 aylık çocuklar için yapanlara ise gündüz bakım evi deniyor. Bu kurumlar bakım hizmetinden sorumlu kabul edildikleri için Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlılar. İlgili yönetmelik burada. 36-66 ay arasındaki çocukların eğitimi için açılan okullara ise anaokulu deniyor. Bu tanıma göre anaokulu bakım değil eğitim hizmeti veren bir kurum olduğu için Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı. Anaokulu mevzuatına da buradan erişebilirsiniz. Fakat bütün bu kurumların, tanımların, mevzuatların ve yönetmeliklerin Türkiye’deki çocukların ciddi bir bölümünün hayatında hiçbir etkisi yok.
Neden mi? Gelin biraz da sayılarla konuşalım. Türkiye’de kadınlar doğum öncesi ve sonrası toplam 16 hafta annelik izni kullanabiliyorlar. Buna birikmiş yıllık izinleri de ekleyebiliyorlar. Bunun sonrasında bir altı ay da ücretsiz izin kullanma hakkı var. Yani özel sektörde çalışan bir kadın bütün bu izinleri uç uca eklese bile en fazla bir yıl izin kullanabiliyor. Bütün bu izinler biyolojik özcü kaidelerle belirlendiği için anne hayatta ise babaların bakım izni kullanması gibi bir olanak yok elbette.
Peki annelerinin doğum izni bittiğinde çocuklar nereye gidiyor? Türkiye’de 0-3 yaş arası çocuklara hizmet eden, halka açık, ücretsiz bir kurum yok, dahası kanunlara göre böyle bir kamusal hizmet zorunluluğu da yok. Kamuda ve özelde 150’den fazla kadın çalışanı olan işyerlerinin kreş açma zorunluluğu var, fakat pratikte bunun pek kimseye faydası dokunmuyor çünkü Türkiye’de işletmelerin büyük çoğunluğu küçük ve orta ölçekte olduğundan bu şartı sağlayan işyeri sayısı son derece düşük, kreş açma zorunluluğunu denetleyen etkin bir mekanizma da yok. Geriye kalan tek seçenek olan özel kreşler ve belediye kreşleri ise mevcut çocuk sayısını karşılayabilecek kapasitede değil, çoğu zaten 0-2 yaş arasını kabul etmiyor.
Sonuçta, Türkiye’de 2 yaşından küçük her iki yüz çocuktan sadece biri bir kurumda bakım hizmeti alabiliyor. 3 yaş için de durum pek farklı değil, mevcut bakım kurumlarının sadece yüzde altısı 3 yaşından küçük çocuklara ayrılmış durumda. 3-5 yaş grubundaki çocuklar için durum kısmen daha iyi gibi görünüyor, fakat bu yaş grubunun bile sadece üçte biri bir kuruma erişebiliyor, yani 3-5 yaş grubunda üç milyona yakın çocuk hiçbir hizmetten yararlanmıyor. Konuyla ilgili başarılı bir infografik için şuraya bakabilirsiniz.
Peki ama bunun sebepleri neler? Neden Türkiye’de yeterli kreş ve anaokulu yok, dahası neden ciddi bir talep yok? Bakım ve eğitim kurumlarına erişemeyen çocuklara neler oluyor? Bunlara sonraki yazılarda değineceğim.

Friday, 5 October 2018

Child Rights in Turkey


For the past year I have been working on a research project on child rights in Turkey, which follows the outcomes of some key documents and government agencies. Recently, I started mapping the data I gathered using graphcommons, which is an online collaborative platform for mapping, analysing and publishing data-networks. An online draft of the data map is available here. This is a working project, and the database will be updated in due course.

Wednesday, 28 December 2016

Yeşil şapkalı minik anarşist: Snufkin


“Ah ne harika,” diye fısıldadı Sniff, “senin mi bunlar?”
Snufkin kaygısızca “Burada yaşadığım sürece öyle” diye cevapladı onu,
“her şeyin hükümdarı benim, bütün dünya bana ait.”

Tarihin her dönemi kendi yazarlarını yaratır. Stilleri, hikaye ettikleri konular, hatta anadilleri farklı olsa da aynı döneme tanık olmanın bağı vardır bu yazarlar arasında. 1. Dünya Savaşı sırasında yıkılmış, alt üst olmuş, henüz bir savaşın dumanı tüterken yeni bir savaşı bekleyen bir dünyaya doğan yazarlar kuşağı da böyle. Amerika’dan J.D. Salinger ve Carson McCullers, Britanya’dan Muriel Spark,  talihsiz adı yüzünden hep unutulan romancı Elizabeth Taylor ve Barbara Pym, Türkiye’den Vedat Türkali veYusuf Atılgan bambaşka dünyalardan bahsetseler de hepsi küçük ve tuhaf insanların önemsiz hayatlarını, gündelik ilişkilerin gözden kaçan detaylarını anlatır. İnsan olmanın küçük ortaklıklarını arayıp bulmaya çalışır gibidirler, onların birbirine hiç benzemeyen eserlerindeki bu arayış okurun yüreğini ince ince sızlatır.
Tove Jansson da bu yazarlardan biri. Jannson’un yetişkinler için yazdığı roman ve hikayelerin, özellikle de küçük bir çocuğun ihtiyar büyükannesi ile geçirdiği yaz tatilini anlatırken yaşam ve ölüm temaları hakkında zarafetle kalem oynattığı Summer Book ( İsv: Sommarboken) kitabının kitaplığımda özel bir yeri vardır. Ama bu yazıda onun çocuklar için yazdığı kitaplardan bahsedeceğim. İsveççe bilmediğim için bu kitapları İngilizceden okudum. Alıntılar kendi okuduğum versiyondan, dilden dile aktarılırken muhtemelen pek çok şey kaybeden çeviriler tüm hatalarıyla bana ait.
Tove Jansson 1914 yılında, Finlandiya'nın İsveççe konuşan azınlığına mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Heykeltraş babası ve grafik sanatçısı annesiyle, gelenin gidenin eksik olmadığı bohem bir evde, avant-garde sanatçılar, sosyalist entelektüeller arasında büyümüş. Haliyle diğer kardeşleri gibi Tove de hep sanatla ilişki içinde olmuş. İlk kitabı henüz 13 yaşındayken yayınlanmış, 20’li yaşlarında Nazi karşıtı Garm dergisine karikatürler çizmiş. Etrafına koca bir dünya öreceği Moomintroll (İsv: Mumintroll, Tr: Mumi) karakteri de ilk olarak bu karikatürlerde karşımıza çıkıyor.
Jansson, Moomintrolleri anlattığı sekiz roman, bir hikaye derlemesi, bir o kadar da resimli kitap yazdı, bu kitaplar kırkın üstünde dile çevirildi. Peki böyle sıra dışı bir çevrede yetişen, hayatının büyük kısmını ıssız bir adada geçiren, üstelik 1971’e kadar homoseksüelliğin yasadışı olduğu Finlandiya’da partneri ile yaşayan bu tuhaf kadın nasıl Finlandiya’nın en sevilen ve yazdıkları dünyada en çok tanınan yazarı oldu? Bunun sırrı yarattığı dünyanın büyüsünde gizli.
Tove Jansson, Moomintroll kitaplarının ilkini savaşın asla sonu gelmeyecekmiş gibi göründüğü yıllarda naif ve mutlu bir hikaye anlatmak istediği için yazdığını söylemiş. Bu duygu da serinin ilk kitaplarında yoğun bir şekilde hissediliyor: ormandaki savunmasız minik canlılar hep dışarıdan gelen bir tehlike ile tehdit altındadır, kimi zaman bir sel baskını, kimi zaman ise bir kuyruklu yıldız. Kitaplar evini yitirmiş, oradan oraya savrulan karakterlerle, anasız babasız kalmış çocuklarla doludur. Ancak sonunda her şey tatlıya bağlanır, her kayıp ruh sığınacak bir liman bulur. Bu dünyada güzel bir fincan çayın ve yaban mersinli bir kekin, çayıra uzanıp yüzünde güneş ve rüzgarı hissederek uyumanın çözemeyeceği hiçbir sorun yoktur.
Kitapların merkezinde Fin coğrafyasına özgü o büyüleyici vadilerinden birinde yaşayan Moomin ailesi var. Tıpkı Janssonlar gibi anne, baba ve çocuktan oluşan bu ailenin kapısı da herkese açık, dolayısıyla kitaplar da ilginç karakterler geçidi gibi. Dünyanın kendi etrafında döndüğüne inanan, kıymeti kendinden menkul filozof Muskrat, ömrünü bir gün gelecek felaketten korkarak geçiren, o felaket nihayet geldiğinde özgürleşen titiz Fillyjonk, kitapların en karanlık karakteri, yürüdüğü yeri donduran yalnız ve mutsuz Groke, aralarında kendi uydurdukları bir dil konuşup el ele dolaşan ve her gittikleri yere bir bavula saklayıp kimseye göstermedikleri bir yakutu taşıyan Thingumy ve Bob bunlardan bazıları. Kimi eleştirmenler bu son karakterleri gizli aşkın olağanüstü güzel bir metaforu olarak yorumlar.
Bunca renkli karakter arasında bana bu yazıyı yazdıran edebiyatın en tatlı anarşist portrelerinden biri olan Snufkin (İsv: Snusmumrinken) oldu. Snufkin, kitapların baş kahramanı olan tombul, yumuşak tüylü Moomintroll’ün en yakın arkadaşıdır. Her yıl Moominler kış uykusundan uyandığında onları ziyarete gelen, sonbahar geldiğinde ise onları bırakıp yalnız başına dolaşmaya çıkan minik bir gezgindir Snufkin. Özgürlüğüne son derece düşkündür. Hatta aralarındaki sevgi onu bir yere bağladığı için en yakın arkadaşına bile içerler kimi zaman. Ama çok da iyi kalpli ve sadıktır, dönüp dolaşıp her bahar vadiye, arkadaşının yanına gelir.
Snufkin’in hayata dair derin bir sezgisi, en zor durumlarda kimsenin aklına gelmeyen küçük detayları gören bir gözü vardır. Bu yüzden de vadinin en küçük, en mahcup sakinleri Snufkin’e hayrandırlar. Ama bu küçük filozof, onlara “eğer birine çok fazla hayranlık duyarsan asla tamamen özgür olamazsın” diye nasihat vermekten geri durmaz.
Doğadan aldığı ilhamla besteler yaptığı ağız mızıkası, gönlü nereye isterse oraya kurduğu çadırı ve yeşil şapkasından başka hiçbir eşya taşımaz. Bunu da şöyle açıklar: “Bir şeylere sahip olmak istediğinde böyle olur işte. Oysa ben onlara sadece bakıyorum, sonra buradan gittiğimde onları zihnimde taşıyacağım. Bu sayede ellerim hep serbest kalıyor, çünkü bir bavul taşımak zorunda değilim.” Yani kendine ait bir şeyler olsun istememesinin tek sebebi bir yere bağlanmamak değildir aslında, o sahip olma fikrine toptan karşıdır.
Snufkin'in mülkiyet karşıtlığı öyle keskindir ki kitaplarda kontrolünü kaybettiği tek sahne, şaşkın Hemulen’in Moomin Vadisi’nin girişine bir tabela dikmeye kalkışmasıdır. Snufkin tabelalara, çitlere, uyarı levhalarına asla tahammül edemez. Sonradan verdiği tepkiye kendi de şaşırsa da öfkeden gözleri döner: “Herkes öğrenmelidir ki Snufkin uyarılardan nefret eder –aslında özel mülkiyeti çağrıştıran her şeyden: Girilmez! Yasak! Dur! – Eğer Snufkin’le en ufak bir münasebetiniz olduysa bilirsiniz: bu uyarılar onu öfkelendiren, kırılgan ve başkalarının insafına kalmış hissettiren tek şeydir.”
Snufkin’in bir diğer özelliği olan otorite karşıtlığı, dünyada hiç hazzetmediği tek insan olduğunu söylediği, hatta düşmanı olarak tanımladığı park bekçisine duyduğu garezde görülür. Park bekçisi, parkı sınırlamaya, bitkileri budayarak şekilden şekle sokmaya, tepetaklak dolaşıp ağaçlara tırmanmaya heves eden çocukları kum havuzunda uslu uslu oturtmaya kalkan kendini bilmez bir tirandır. Snufkin kural koymaya pek meraklı bu park bekçisinden son derece yaratıcı bir yöntemle alır intikamını: araziye dokunanı elektrik çarpan minik yaratıklar dikerek. Sonra da “sigara içilmez” levhasından başlayarak parktaki bütün levhaları zevkle söküp parçalar.
Snufkin’i en iyi anlatan pasajlardan biriyle bitireyim:
“Eğer notaları zamansız salıverirse yarı yolda sıkışıp kalabilirlerdi ve yalnızca birazcık güzel ezgi çıkardı ortaya, ya da onları tamamen kaybeder ve bir daha asla o doğru hissi bulup onları tekrar yakalayamayabilirdi. Ezgiler çok ciddi şeylerdir, hele ki aynı anda hem neşeli hem de hüzünlü olmaları gerekiyorsa.
Ama bu akşam Snufkin ezgisine çok güveniyordu- oracıkta bekliyordu notalar, neredeyse tamamen olgunlaşmışlardı- ve bu ezgi şimdiye kadar bestelediklerinin en iyisi olacaktı.
Ertesi gün Moomin Vadisi’ne gittiğinde köprünün üstüne oturup bu ezgiyi çalacaktı ve Moomintroll dinler dinlemez “işte bu çok güzel, gerçekten çok güzel” diyecekti.
Evet, daima onu bekleyen ve özleyen Moomintroll. Evinde oturup onu bekleyen, ona hayran olan ve her seferinde “elbette özgür hissetmelisin, tabii ki uzaklara gitmelisin, kimi zaman yalnız kalmayı istediğini çok iyi anlıyorum” diyen Moomintroll.
Ve yine de her seferinde gözleri düş kırıklığıyla kapkara kesilirdi, elden ne gelir.
Aaah ah, diye kendi kendine mırıldandı Snufkin ve yoluna devam etti.
Aah ah. Ne kadar da çok, pek çok hislidir bu Moomintroll. Ama şimdi onu düşünmeyeceğim. Evet o harika bir Moomintroll, ama tam şu anda onu düşünmek zorunda değilim. Bu gece ezgim ve ben tek başımızayız ve bu gece, yarın değil.
Kısa bir süre sonra Snufkin Moomintroll’le ilgili her şeyi tamamen aklından çıkarmayı başardı.”
Tove Jansson’un yetişkinler için kaleme aldığı kitaplar ne yazık ki henüz Türkçeleştirilmedi ancak İngilizce baskıları bulunabiliyor. Moomintroll serisini ise Ayrıntı Yayınları 2010 yılında yayımlamaya girişti ve kitapların ikisi Kuyrukluyıldız Geliyor ve Büyücünün Şapkası adıyla basıldı. Henüz kitapların arkası gelmedi, serinin kalanının da yakın zamanda yayımlanacağını umalım.