Wednesday, 28 December 2016

Yeşil şapkalı minik anarşist: Snufkin


“Ah ne harika,” diye fısıldadı Sniff, “senin mi bunlar?”
Snufkin kaygısızca “Burada yaşadığım sürece öyle” diye cevapladı onu,
“her şeyin hükümdarı benim, bütün dünya bana ait.”

Tarihin her dönemi kendi yazarlarını yaratır. Stilleri, hikaye ettikleri konular, hatta anadilleri farklı olsa da aynı döneme tanık olmanın bağı vardır bu yazarlar arasında. 1. Dünya Savaşı sırasında yıkılmış, alt üst olmuş, henüz bir savaşın dumanı tüterken yeni bir savaşı bekleyen bir dünyaya doğan yazarlar kuşağı da böyle. Amerika’dan J.D. Salinger ve Carson McCullers, Britanya’dan Muriel Spark,  talihsiz adı yüzünden hep unutulan romancı Elizabeth Taylor ve Barbara Pym, Türkiye’den Vedat Türkali veYusuf Atılgan bambaşka dünyalardan bahsetseler de hepsi küçük ve tuhaf insanların önemsiz hayatlarını, gündelik ilişkilerin gözden kaçan detaylarını anlatır. İnsan olmanın küçük ortaklıklarını arayıp bulmaya çalışır gibidirler, onların birbirine hiç benzemeyen eserlerindeki bu arayış okurun yüreğini ince ince sızlatır.
Tove Jansson da bu yazarlardan biri. Jannson’un yetişkinler için yazdığı roman ve hikayelerin, özellikle de küçük bir çocuğun ihtiyar büyükannesi ile geçirdiği yaz tatilini anlatırken yaşam ve ölüm temaları hakkında zarafetle kalem oynattığı Summer Book ( İsv: Sommarboken) kitabının kitaplığımda özel bir yeri vardır. Ama bu yazıda onun çocuklar için yazdığı kitaplardan bahsedeceğim. İsveççe bilmediğim için bu kitapları İngilizceden okudum. Alıntılar kendi okuduğum versiyondan, dilden dile aktarılırken muhtemelen pek çok şey kaybeden çeviriler tüm hatalarıyla bana ait.
Tove Jansson 1914 yılında, Finlandiya'nın İsveççe konuşan azınlığına mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Heykeltraş babası ve grafik sanatçısı annesiyle, gelenin gidenin eksik olmadığı bohem bir evde, avant-garde sanatçılar, sosyalist entelektüeller arasında büyümüş. Haliyle diğer kardeşleri gibi Tove de hep sanatla ilişki içinde olmuş. İlk kitabı henüz 13 yaşındayken yayınlanmış, 20’li yaşlarında Nazi karşıtı Garm dergisine karikatürler çizmiş. Etrafına koca bir dünya öreceği Moomintroll (İsv: Mumintroll, Tr: Mumi) karakteri de ilk olarak bu karikatürlerde karşımıza çıkıyor.
Jansson, Moomintrolleri anlattığı sekiz roman, bir hikaye derlemesi, bir o kadar da resimli kitap yazdı, bu kitaplar kırkın üstünde dile çevirildi. Peki böyle sıra dışı bir çevrede yetişen, hayatının büyük kısmını ıssız bir adada geçiren, üstelik 1971’e kadar homoseksüelliğin yasadışı olduğu Finlandiya’da partneri ile yaşayan bu tuhaf kadın nasıl Finlandiya’nın en sevilen ve yazdıkları dünyada en çok tanınan yazarı oldu? Bunun sırrı yarattığı dünyanın büyüsünde gizli.
Tove Jansson, Moomintroll kitaplarının ilkini savaşın asla sonu gelmeyecekmiş gibi göründüğü yıllarda naif ve mutlu bir hikaye anlatmak istediği için yazdığını söylemiş. Bu duygu da serinin ilk kitaplarında yoğun bir şekilde hissediliyor: ormandaki savunmasız minik canlılar hep dışarıdan gelen bir tehlike ile tehdit altındadır, kimi zaman bir sel baskını, kimi zaman ise bir kuyruklu yıldız. Kitaplar evini yitirmiş, oradan oraya savrulan karakterlerle, anasız babasız kalmış çocuklarla doludur. Ancak sonunda her şey tatlıya bağlanır, her kayıp ruh sığınacak bir liman bulur. Bu dünyada güzel bir fincan çayın ve yaban mersinli bir kekin, çayıra uzanıp yüzünde güneş ve rüzgarı hissederek uyumanın çözemeyeceği hiçbir sorun yoktur.
Kitapların merkezinde Fin coğrafyasına özgü o büyüleyici vadilerinden birinde yaşayan Moomin ailesi var. Tıpkı Janssonlar gibi anne, baba ve çocuktan oluşan bu ailenin kapısı da herkese açık, dolayısıyla kitaplar da ilginç karakterler geçidi gibi. Dünyanın kendi etrafında döndüğüne inanan, kıymeti kendinden menkul filozof Muskrat, ömrünü bir gün gelecek felaketten korkarak geçiren, o felaket nihayet geldiğinde özgürleşen titiz Fillyjonk, kitapların en karanlık karakteri, yürüdüğü yeri donduran yalnız ve mutsuz Groke, aralarında kendi uydurdukları bir dil konuşup el ele dolaşan ve her gittikleri yere bir bavula saklayıp kimseye göstermedikleri bir yakutu taşıyan Thingumy ve Bob bunlardan bazıları. Kimi eleştirmenler bu son karakterleri gizli aşkın olağanüstü güzel bir metaforu olarak yorumlar.
Bunca renkli karakter arasında bana bu yazıyı yazdıran edebiyatın en tatlı anarşist portrelerinden biri olan Snufkin (İsv: Snusmumrinken) oldu. Snufkin, kitapların baş kahramanı olan tombul, yumuşak tüylü Moomintroll’ün en yakın arkadaşıdır. Her yıl Moominler kış uykusundan uyandığında onları ziyarete gelen, sonbahar geldiğinde ise onları bırakıp yalnız başına dolaşmaya çıkan minik bir gezgindir Snufkin. Özgürlüğüne son derece düşkündür. Hatta aralarındaki sevgi onu bir yere bağladığı için en yakın arkadaşına bile içerler kimi zaman. Ama çok da iyi kalpli ve sadıktır, dönüp dolaşıp her bahar vadiye, arkadaşının yanına gelir.
Snufkin’in hayata dair derin bir sezgisi, en zor durumlarda kimsenin aklına gelmeyen küçük detayları gören bir gözü vardır. Bu yüzden de vadinin en küçük, en mahcup sakinleri Snufkin’e hayrandırlar. Ama bu küçük filozof, onlara “eğer birine çok fazla hayranlık duyarsan asla tamamen özgür olamazsın” diye nasihat vermekten geri durmaz.
Doğadan aldığı ilhamla besteler yaptığı ağız mızıkası, gönlü nereye isterse oraya kurduğu çadırı ve yeşil şapkasından başka hiçbir eşya taşımaz. Bunu da şöyle açıklar: “Bir şeylere sahip olmak istediğinde böyle olur işte. Oysa ben onlara sadece bakıyorum, sonra buradan gittiğimde onları zihnimde taşıyacağım. Bu sayede ellerim hep serbest kalıyor, çünkü bir bavul taşımak zorunda değilim.” Yani kendine ait bir şeyler olsun istememesinin tek sebebi bir yere bağlanmamak değildir aslında, o sahip olma fikrine toptan karşıdır.
Snufkin'in mülkiyet karşıtlığı öyle keskindir ki kitaplarda kontrolünü kaybettiği tek sahne, şaşkın Hemulen’in Moomin Vadisi’nin girişine bir tabela dikmeye kalkışmasıdır. Snufkin tabelalara, çitlere, uyarı levhalarına asla tahammül edemez. Sonradan verdiği tepkiye kendi de şaşırsa da öfkeden gözleri döner: “Herkes öğrenmelidir ki Snufkin uyarılardan nefret eder –aslında özel mülkiyeti çağrıştıran her şeyden: Girilmez! Yasak! Dur! – Eğer Snufkin’le en ufak bir münasebetiniz olduysa bilirsiniz: bu uyarılar onu öfkelendiren, kırılgan ve başkalarının insafına kalmış hissettiren tek şeydir.”
Snufkin’in bir diğer özelliği olan otorite karşıtlığı, dünyada hiç hazzetmediği tek insan olduğunu söylediği, hatta düşmanı olarak tanımladığı park bekçisine duyduğu garezde görülür. Park bekçisi, parkı sınırlamaya, bitkileri budayarak şekilden şekle sokmaya, tepetaklak dolaşıp ağaçlara tırmanmaya heves eden çocukları kum havuzunda uslu uslu oturtmaya kalkan kendini bilmez bir tirandır. Snufkin kural koymaya pek meraklı bu park bekçisinden son derece yaratıcı bir yöntemle alır intikamını: araziye dokunanı elektrik çarpan minik yaratıklar dikerek. Sonra da “sigara içilmez” levhasından başlayarak parktaki bütün levhaları zevkle söküp parçalar.
Snufkin’i en iyi anlatan pasajlardan biriyle bitireyim:
“Eğer notaları zamansız salıverirse yarı yolda sıkışıp kalabilirlerdi ve yalnızca birazcık güzel ezgi çıkardı ortaya, ya da onları tamamen kaybeder ve bir daha asla o doğru hissi bulup onları tekrar yakalayamayabilirdi. Ezgiler çok ciddi şeylerdir, hele ki aynı anda hem neşeli hem de hüzünlü olmaları gerekiyorsa.
Ama bu akşam Snufkin ezgisine çok güveniyordu- oracıkta bekliyordu notalar, neredeyse tamamen olgunlaşmışlardı- ve bu ezgi şimdiye kadar bestelediklerinin en iyisi olacaktı.
Ertesi gün Moomin Vadisi’ne gittiğinde köprünün üstüne oturup bu ezgiyi çalacaktı ve Moomintroll dinler dinlemez “işte bu çok güzel, gerçekten çok güzel” diyecekti.
Evet, daima onu bekleyen ve özleyen Moomintroll. Evinde oturup onu bekleyen, ona hayran olan ve her seferinde “elbette özgür hissetmelisin, tabii ki uzaklara gitmelisin, kimi zaman yalnız kalmayı istediğini çok iyi anlıyorum” diyen Moomintroll.
Ve yine de her seferinde gözleri düş kırıklığıyla kapkara kesilirdi, elden ne gelir.
Aaah ah, diye kendi kendine mırıldandı Snufkin ve yoluna devam etti.
Aah ah. Ne kadar da çok, pek çok hislidir bu Moomintroll. Ama şimdi onu düşünmeyeceğim. Evet o harika bir Moomintroll, ama tam şu anda onu düşünmek zorunda değilim. Bu gece ezgim ve ben tek başımızayız ve bu gece, yarın değil.
Kısa bir süre sonra Snufkin Moomintroll’le ilgili her şeyi tamamen aklından çıkarmayı başardı.”
Tove Jansson’un yetişkinler için kaleme aldığı kitaplar ne yazık ki henüz Türkçeleştirilmedi ancak İngilizce baskıları bulunabiliyor. Moomintroll serisini ise Ayrıntı Yayınları 2010 yılında yayımlamaya girişti ve kitapların ikisi Kuyrukluyıldız Geliyor ve Büyücünün Şapkası adıyla basıldı. Henüz kitapların arkası gelmedi, serinin kalanının da yakın zamanda yayımlanacağını umalım. 

Wednesday, 14 December 2016

Çocuk, Aile ve Toplum 2 – “Hasta edeceksin çocuğu”

Çocuk, aile ve toplum ilişkisinin gündelik diyaloglarla nasıl kurulduğuna dair bir önceki yazımda Ali Umut’la sokağa her çıktığımızda en az bir kişinin gelip bize bebeğimize nasıl bakmamız gerektiğiyle ilgili bir takım uyarılarda bulunduğunu, bunların makbul çocukla makbul olmayan çocuğu birbirinden ayırmaya yaradığını yazmıştım. Aslında geleneksel yapıların çözüldüğü, daha çok insanın çocuklarına yalnız baktığı bir dünyada bu müdahalelerin deneyim aktarımı yoluyla önemli bir işlevi yerine getirdiği de söylenebilir. Sonuçta bebeklerin bazen kucaklanınca değil de bir yere bırakılınca sakinleşebileceğini, gaz çıkarmanın türlü çeşitli yöntemini, o bir türlü anlam veremediğiniz ağlamanın yorgunluktan kaynaklanabileceğini çocuk büyütmüş insanlarla konuşa konuşa öğreniyorsunuz. Öte yandan aktarılan bu deneyimlerle ve gündelik uyarıların diliyle nasıl anne babalar olmamız gerektiği de tanımlanıyor. Bu yazıda bu müdahalelerin makbul ebeveynliği nasıl tarif ettiğinden bahsedeceğim.
Bir bebekle sokağa çıktığınız anda hiç tanımadığınız insanlar sizi uyarmaya başlar: huzurla size sarılmış uyuyan bebeğiniz kanguruda boğulabilir, o elindeki oyuncakta zehirli boya olabilir, tatlı tatlı kemirdiği havuç boğazına kaçabilir, mutlulukla çimlerde emeklerken üşütebilir, ağzına yel üfürebilir,  elini uzattığı yapraktan mikrop, doğduğu günden beri okşadığı kediden kuduz, buluttan nem kapabilir. Bir çocukla sakince iyi vakit geçirmeniz uygun görülmez, her gevşeklik uyarıyla karşılaşır. Çünkü çocuk bakımından sorumlu kişinin üstüne düşen en önemli görev kaygı duymaktır. Sıradan gündelik müdahalelerle kaygı sürekli canlandırılır ve anne babalar tetikte tutulur.
Ebeveynlerin korkularını tırmandıran tek şey gündelik hayatta karşılaşılan uyarılar değil elbette. Sansasyonel hızlı üretim habercilik eğiliminin bize hediyelerinden biri, her gün çocuğunuzu bekleyen yepyeni bir tehlike ile ilgili ünlemlerle donatılmış bir yazıyla karşılaşmak. Ebeveynleri dehşete düşüren başlıklarla tıklama avcılığı yapan sosyal medya yazılarında da benzer bir dil kullanılıyor. Tezimde gazete haberlerinde ev kazalarının adeta birer salgın hastalık, birer toplumsal yara gibi sunuluşunu incelediğim kısa bir bölüme şuradan ulaşabilirsiniz. Bu haberlerin dünyası tekinsiz ve tuzaklarla dolu bir yerdir, son derece kırılgan ve savunmasız varlıklar olarak tasvir edilen çocukların bu dünyada hayatta kalması bile tesadüflere bağlıdır.
Geçen yıl İstanbul’da yaklaşık 240 bin, Türkiye’de 1 milyon 325 bin, dünyada 144 milyon bebek doğmuş. Bu bebekler her iklimde, türlü koşullarda büyüyor. Üstelik bebekler oldukça dayanıklı ve onlar için “normal” sayılanlar oldukça geniş. Bunlar çocuklara dair kaygıların tamamen temelsiz olduğunu göstermiyor elbette ama meseleye böyle baktığınızda biraz sakinleşmek mümkün olabilir. Biraz olsun sakinleşmemiz de gerekiyor çünkü sürekli endişe içinde yaşamak sadece ebeveynler için değil çocuklar için de zor. Aşırı korumacılık çocukların özgürlüğünü ciddi şekilde kısıtlıyor.
Yale Üniversitesi’nden Jerome L. Singer ve Dorothy Singer’ın danışmanlığını yaptığı bir araştırma kapsamında görüşülen annelerin %86’sı, çocuklarının sokakta özgürce oynamasının onları mutlu ettiğini gözlemiş. %83’ü ise kendi kaygıları sebebiyle çocuklarını evde tuttuklarını, “sokağa salmadıklarını” söylemişler. Yankı Yazgan bu araştırma ile ilgili uzunca bir yazı yazmıştı. Elbette bu durumun fiziksel çevrenin çocuklara uygun tasarlanmamış olması gibi haklı sebepleri var. Ama bazı tehlikeleri göze almadığımız sürece çocukların hayata karışmaları, kendi başlarına hareket etmeyi öğrenmeleri mümkün değil.
Peter Stearns, Anxious Parents kitabında ebeveynlerin endişelerinin çocukların yaşam standardı yükseldikçe nasıl arttığını anlatır. Stearns’e göre yirminci yüzyıl boyunca salgın hastalıkların kontrol altına alınışı, çevrenin çocuklar için daha güvenli hale gelişi, çocuk ölüm hızının düşüşü gibi gelişmelerle çocukların kıymeti artmış, bu yüzden de kaza, şanssızlık, hastalık gibi sebeplerle çocuklara bir zarar gelmesi kabul edilemez hale gelmiştir. Bunu farklı çocuklara karşı takındığımız farklı tavırlara baktığımızda açıkça görebiliyoruz. Çatışma bölgesindeki çocuğun, göçmen çocuğun, yoksul çocuğun, işçi çocuğun başına bir şey gelmesi en fazla sıradan bir üçüncü sayfa haberi olabilirken, orta ve üst sınıfların korunaklı hayatlar yaşayan çocuklarının atlattığı tehlikeler manşetlere uygun görülüyor.
Bu durum elbette en çok çocukların iyiliğini satın alınabilen bir şeye dönüştüren piyasaya yarıyor. Çocuklarının güvenliğini sağlamak isteyen ebeveynlerin kabarmış yüreğine su serpecek bir sloganla her şeyi pazarlamak mümkün çünkü: sağlam bir araba, sağlıklı gıda, kaliteli sağlık hizmeti, iyi bir gelecek sağlayacak bir eğitim... Yukarıda bahsettiğim araştırmanın devletler, sivil toplum örgütleri ya da üniversitelerce değil de “kirlenmek güzeldir” sloganıyla çocuklara özgürlük pazarlayan Unilever tarafından desteklenmiş olduğunu da ironik bir not olarak düşmek gerek buraya.
Başladığım yere geri döneyim. Gündelik ilişkilerle birbirimize aktardığımız kaygının en önemli işlevi, çocuğa dair bütün her şeyin ailenin sorumluluğunda olduğunu hepimize belletmesi. Bu yüzden sokakta biri gelip sanki çocuğumuzun başına ne gelse sadece bizim yüzümüzden gelirmiş gibi “hasta edeceksin bu çocuğu” dediğinde şaşırmıyoruz. Endişeli ebeveynler olarak her şeyi kontrol etmemiz gerektiğine ve her şeyin kendi sorumluluğumuzda olduğuna inanıyoruz. Peki toplum bu sorumluluğun ne kadarını üstleniyor? Bu da bir sonraki yazının konusu olsun. 

*Peter N. Stearns, Anxious Parents: A History of Modern Child Rearing in America (New York: NYU Press, 2004)

Monday, 12 December 2016

İnsanlığın Arşivi: Bitpazarları

Yeni bir kente gittiğimde en çok bitpazarlarını gezmeyi severim, çünkü bence hayata dair ipuçları müzelerde değil de esas buralarda bulunur. Bir zamanlar çok sevilmiş dostlardan gelen posta kartları ve mektuplar, özene bezene giyinip fotoğrafçıya giderek çektirilmiş aile portreleri,  ama en çok da eşyalar: artık büyümüş çocukların kırık oyuncakları, giyilmeye kıyılamadan sandık lekesi olmuş elbiseler, tatile gidilen yerlerden toplanmış ufak tefek süs eşyaları, kimi severek alınmış, kimi eş dost hediye ettiği için saklanmış, artık sahibinin işine yaramayan türlü çeşitli ıvır zıvır. Antika eşyalar değil bu bahsettiklerim, aynısından her evde bulunabilecek ama her evde farklı bir anlam taşıyan nesneler. Bu nesnelere kıymet veren taşıdıkları özellikler değil de hayatına dahil oldukları insanların anıları olduğu için o insanlar ve o anılar yok olduğunda onlara yeni anlamlar yükleyecek birilerini aramak için işte böyle bitpazarlarına düşüyorlar. Bu yüzden de hem hayatın gelip geçiciliğinin, hem de insanların bunu bile bile hayata nasıl tutunduğunun bir vesikası, insanlığımızın arşivi gibi geliyor bana bu eşyalar.
Bu gördüğünüz fotoğrafları Berlin’de Mauerpark bitpazarında çektim. Berlin tıpkı İstanbul gibi yaralı bir kent ve belki de bu yüzden bitpazarları böyle zengin. Berlin’e geleli daha pek bir vakit olmamış göçmen bir satıcının tezgahında Weimar döneminden bir vazo, savaş döneminden bir rozet, DDR’den bir çaydanlık, Batı Almanya üretimi bir kaset çaları yan yana bulabiliyorsunuz. Bu eşyalar geçtiğimiz on yıllar boyunca nelere tanık oldu, nasıl insanlar için ne anlam taşıdılar? Bunları öğrenmenin bir yolu yok elbette. Ama o tek bir köşesi aşınmış ahşap oyuncakla bir zamanlar bir bebeğin yeni çıkan dişini kaşıdığını, hiçbir yanı çizilmeden nesilden nesile aktarılmış kadeh takımının kayıp bir zenginliğin hatırası olarak bir vitrinde özenle saklandığını ve sadece özel misafirlere çıkarıldığını tahmin etmek; bunlara bakarak hiç tanımadığınız ve anılarını paylaşmadığınız insanlarla duygudaşlık kurmak zor değil.
Serinin en son fotoğrafında kavrulmuş masa lambaları göreceksiniz. Bu fotoğrafı da yine Berlin’de, Museum der Dinge’de çektim. 20. ve 21. Yüzyıllarda üretilmiş, çoğu seri üretim gündelik hayat nesnelerine ev sahipliği yapan bu ufak müzenin adı kabaca Şeylerin Müzesi diye çevrilebilir. Alışılagelmiş müzelerden oldukça farklı bir yer; eşyalar işlevlerine, renklerine, kimi zaman da ait oldukları estetik ekole göre gruplanarak sergilenmiş. Ziyaretçiye fazla bilgi veren bir müze değil burası, bu fotoğrafta görülen lambaların başına ne geldiğini de yazmamışlar. Ben bunların Berlin’in bombalandığı günlerden kalma olduklarını düşündüm.
Çektiğim bu fotoğrafları, Christopher Isherwood’un Berlin’de, muhtemelen aynı bu fotoğraflardakilere benzeyen nesnelerle ilgili yazdığı bir pasajla birlikte paylaşmak istedim. Isherwood’un otobiyografik öğeler taşıyan Elveda Berlin romanı 1939’da yayımlanmış. Hikaye 1930ların başında, Nazilerin iktidara yürüdüğü ve Almanya’nın felakete sürüklendiği yıllarda geçiyor. Henüz okumadıysanız salt edebiyatın en trajik dekadan karakterlerinden biri olan Sally Bowles ile tanışmak için bile muhakkak okumanızı tavsiye ederim. Isherwood’un bu pasajda eşyaların kaderiyle ilgili yazdığı her iki öngörü de gerçekleşti. Acaba savaş arifesindeki Berlin’i anımsatan günler yaşayan bizlere ve bizim eşyalarımıza ne olacak? Onu da bundan yetmiş yıl sonra İstanbul’un bitpazarlarını gezen biri yazar artık arkamızdan.  
 “Odadaki her şey böyle: Gereksiz derecede sağlam, anormal derecede ağır ve tehlikeli biçimde keskin. Burada, yazı masasının başında da bir alay metal nesneyle karşı karşıyayım – birbirine dolanmış yılanlar biçiminde bir çift şamdan, içinden bir timsah başı uzanan bir kül tablası, bir Floransa kamasından kopya edilmiş bir mektup açacağı, kuyruğunun ucunda küçük, bozuk bir saat taşıyan pirinç bir yunus. Böyle şeyler sonunda ne olur? Bunlar nasıl yok edilir? Herhalde binlerce yıl öylece, el sürülmeden kalacaklar: İnsanlar onları müzelerde değerlendirecek. Ya da belki savaşta eritilerek cephane olarak kullanılacaklar.” Christopher Isherwood, Hoşça Kal Berlin, Çeviren: Zehra Gencosman. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012).
Metnin orjinali de şurada dursun:

“Everything in the room is like that: unnecessarily solid, abnormally heavy and dangerously sharp. Here, at the writing-table I am confronted by a phalanx of metal objects – a pair of candlesticks shaped like entwined serpents, an ashtray from which emerges the head of a crocodile, a paperknife copied from a Florentine dagger, a brass dolphin on the end of its tail a small broken clock. What becomes of such things? How could they ever be destroyed? They will probably remain intact for thousands of years: people will treasure them in museums. Or perhaps they will merely be melted down for munitions in a war.” Christopher Isherwood, Goodbye to Berlin (London: Vintage Books, 1998).





Friday, 9 December 2016

Almost-Disasters and Children Who Could-Have-Been-Victims: Parental Liability and Accident Reports in the News Media in the 1980s

According to Peter Stearns, the scientific advancements and the improvement of children’s living standards in the twentieth century had paradoxically created new concerns for parents who wanted to protect their valuable children from harm.[i] In other words, as their environment became more secure, and their standards higher, parents were even more anxious to protect their children. Stearns argues that this was how a new rhetoric child rearing was built upon parents’ desire to discard chance and accident.[ii] In this rhetoric, not only did accidents, health problems, and other malices come to be seen as unacceptable, but also they were considered “outside the child’s obvious control, and without any fault on the child’s part.” The reflection of increasing parental anxiety and the unacceptability of accidents on Turkey’s news media was quite straightforward, as evidenced by the significant increase in articles reporting the infinite number of perils children’s lives were in.
By the mid-1980s, a judging style emerged in articles about accidents and other misfortunes children encountered. Mothers were cautioned that the world beyond their doorstep was full of dangers. The common point of these texts was that they warned parents against threats that could have been considered somewhat out of their reach and control, they were told not only to be aware, but also beware of strangers, when sporadic child kidnapping cases were presented as crime sprees, and isolated theft stories were presented as criminal waves. Socially rooted problems like children addicted to drugs and inhaling psychotic substances were narrated as tragic family stories. Instead of demanding secure grounds for children, the press warned the parents to keep their children indoors to protect them from the uncontrolled city streets. The only exception was Milliyet’s insistence on governmental responsibility in securing urban landscapes for children.
Moreover, children’s health became an issue of concern as well. While unusual diseases were presented to the reader with a certain fascination of new medicinal advancements, they also informed perturbed mothers of thousands of strange diseases. What accompanied these news articles was a new rhetoric used in health news that implied that the mother was in total control of her children’s health. Ahıska and Yenal observe that news about “the new person ideal” became a common topic after the 1980s, the overarching theme of which was “the return to self and accepting the responsibility to optimize one’s own health and competence.”[iii] This “self improvement/self help” literature included tips to motivate individual control over well-being, and stories of personal accomplishments were prevalent among child-related articles that targeted families. In the case of children, the emphasis was on parental responsibilities, and mothers were the designated controllers over children’s psychology, physical health and competence. This can be interpreted as a distortion of the scientific motherhood rhetoric of the early century to an omnipresent, over-capable super mother.
Parental anxieties over children’s well-being were not limited to threats or illnesses coming from outside either, their safety at home also became a favourite subject of news reports. Domestic accidents, which rarely turned into news stories unless they resulted in injuries or deaths in the 1970s, came to cover a great proportion of child-related news by the next decade. The peak was in 1987, when Hürriyet published more than twenty reports about non-life threatening accidents, quarter of which were on the cover. Thus, the newspapers were stocked with stories of domestic accidents as almost-disasters and children who could-have-been-victims. Although this might be a result of the increase in page numbers and hospital reporters, the disproportionate representation of unsupervised children who encountered mishaps in households drew a surreal landscape in which everything, from balloons to candies, from pencils to erasers, from horses to roosters were accidents waiting to happen; children were sitting ducks who could hurt themselves while playing house, walking in the street, or listening to the hissing sound of lighters. [iv]  They were potential victims that mothers should keep under constant surveillance.
If the construction of the “fragile child” was one side of the coin, then the other side was the emphasis on parental liability and negligence. In 1977, only one out of the five articles about children who had lost their lives in accidents published in Hürriyet contained the word “negligence.” However, in the following years, “negligence” became a buzzword in news accusing “inattentive” and “lousy” mothers whose carelessness slaughtered their children. Even a child injured when he found a hand grenade on the street could be presented with the subtitle, “Caution, mothers and fathers!”[v] without any questioning of the strange presence of an explosive in plain sight. These “failed” mothers who were in fact those who suffered the most were introduced as deterrent examples to other families.
The same media that failed to draw the obvious link between low income, poor sanitation, and contagious malaria found a pattern in random cases of domestic accidents and regionally diverse kidnappings. According to World Health Organisation, one in five child labourers in Turkey suffered from a workplace-related injury or illness in the second half of the 1980s. However, Hürriyet published only a single news story about a workplace accident the year it published twenty odd reports about children slightly injured at home. This is not to suggest that children were not falling sick, attacked or injured in domestic accidents. However, as put by Schudson, the media drew a dramatic landscape full of fragile innocent kids “by selecting, highlighting, framing, shading, and shaping in reportage, they create an impression that real people – readers and viewers – then take to be real and to which they respond in their lives.”[vi] Thus, child rearing advice and accident reports that addressed mothers alike were instrumental in the familialisation of children’s health, security, and development. Psychologists, pedagogues, and physicians came together in blaming the parents for not protecting their kids.

*Excerpt from my unpublished PhD Thesis. Cut the Kids in Half: New Urban Childhoods in Turkey Through the Lens of the Mainstream Media, 1977-1997. Supervisor: Prof. Ayşe Buğra. Istanbul: Bogazici University, 2015.



[i] Peter N. Stearns, Anxious Parents: A History of Modern Child Rearing in America (New York: NYU Press, 2004), p.26.
[ii] Stearns, p.17.
[iii] Meltem Ahıska and Zafer Yenal, The Person You Have Called Cannot Be Reached at the Moment: Representations of Lifestyles in Turkey, 1980-2005 (İstanbul: Ottoman Bank Archives and Research Centre, 2006), p.43.
[iv] “Balon uçtu, Beyhan uçtu” (Baloon took off, Beyhan took off) Hürriyet, 14 April 1982; “Renkli şekerleri çocuklar ilaçlarla karıştırıyor” (Children are confusing coloured candies with drugs) Hürriyet, 19 April 1982; “Kalem kurbanı” (Victim to a pencil) Hürriyet, 30 September 1982; “Küçük öğrencinin kulağına silgi kaçtı” (An eraser blocked the little student’s ear) Hürriyet, 18 November 1982;  “Az daha erkekliğini kaybedecekti” (He’d almost lost his manhood - Headline) Türkiye, 23 June 1982; “Murat’ı horoz gagaladı” (Murat was pecked by a cock- Headline) Hürriyet, 4 April 1982;  “Evcilik kör ediyordu” (Playing house almost blinded them) Hürriyet, 12 March 1982; “Afacan Recai meraktan ölecekti” (His curiosity had almost killed the little rascal Recai)Hürriyet, 21 February 1982.
[v] “Top diye bomba ile oynayan Ali’nin parmakları koptu” (Ali lost his fingers when he mistook a hand grenade for a ball) Hürriyet, 17 August 1982.
[vi] Schudson, The Sociology of News, (New York: Norton, 2003), p.2.

Monday, 31 October 2016

Çocuk, Aile ve Toplum 1: Umut’un Çorapları ve Eylem’in Ayakları

Geçtiğimiz kış oğlum dünyaya geldiğinden beri akademik çalışmalardan biraz uzak kaldım. Öte yandan yıllardır üzerine yazıp çizdiğim bazı konularda zoraki bir katılımcı gözlemci olarak birinci elden deneyim ve gözlem biriktirmiş oldum. Benim için bu gözlemlerden en çarpıcı olanı sokakta yaşanan gündelik ilişkilere dairdi. Ali Umut’u doğduğu günden itibaren her gün sokağa, parklara, açık havaya çıkarmaya çalıştık. Ufacık bir bebekle her gün kamusal alanda vakit geçirince gelip konuşan da çok oluyor. İlk günlerde bu kadar ufak bir bebeği dışarı çıkarmamamızı söylemek için yolunu değiştiren, sokağa çıkmanın risklerini uzun uzun açıklayan, hatta bebekle ortalıkta dolaştığımız için bizi azarlayan insanlarla karşılaştık. Sonra yaz geldi, hava ısındı, Umut’un minik ayakları sıkıcı çoraplardan kurtuldu ve istisnasız her sokağa çıktığımızda duyduğumuz bir cümle girdi hayatımıza: “bu çocuğun çorapları yok, ayakları üşür.”
Doktora tezimde gazete haberlerinden yola çıkarak yaptığım en önemli gözlemlerinden biri, 1980’lerden itibaren çocuğun sorumluluğunun hızla toplumdan aileye aktarılmasıydı. Dolayısıyla ilk başlarda Umut’a ve çoraplarına gösterilen bu aşırı ilgiyi çocuğun toplumca benimsenişinin bir işareti olarak yorumlayıp oldukça şaşırdım. Fakat bu konuya biraz kafa yorduğumda kimi zaman samimi bir ilgiyle yapılsalar da bu küçük uyarıların iç içe geçmiş üç farklı işlevi olduğunu fark ettim: makbul olan ve olmayan (bizim olan ve olmayan) çocukları birbirinden ayrıştırmak, ebeveyne (özellikle de anneye) görevlerini belletmek ve toplumsal sorumluluğun sınırlarını çizmek. Bu yazıda bu işlevlerin ilkinden bahsedeceğim. Önümüzdeki günlerde de diğer iki işlevi ele alacağım ve her biriyle ilgili tezimden kısa bir bölüm paylaşacağım.
Evimizin karşısındaki parkta beş çocuklu bir aile yaşıyor. Çocuklardan en küçüğü, Eylem, oğlumdan bir ay önce kışın en soğuk günlerinde dünyaya geldi. Doğduğundan beri iki işlek cadde arasına sıkışmış ufacık bir parkta meme emiyor, ağlıyor, uyuyor ve her bebek her ne yaparsa onları yapıyor. Altı aylık olduğundan beri de parkın çimlerinde çıplak ayaklarıyla emekleme çalışmalarına girişti. Oğlumla sokağa her çıkışımızda tanımadığımız birinden bebekler nasıl giydirilmeli, ne kadar süreyle sokağa çıkmalı, nereye gitmeli konulu bir söylev dinliyoruz. Ancak güneşin açısına, hava sıcaklığına, salgın hastalık haberlerine, trafiğin yoğunlaştığı saatlere dikkat ederek her gün kısa bir süre evden çıkan, bir süre hava aldıktan sonra tekrar evine dönen Ali Umut’un çoraplarına gösterilen bu aşırı hassasiyet Eylem’in çıplak ayaklarına asla yönelmiyor.
Bu ilgisizliğin birkaç sebebi var: birincisi, çocuk topluma değil aileye ait kabul edildiğinden Eylem’in araba camı silerek, düğün konvoylarından bahşiş toplayarak, mahalle esnafını dolaşıp ufak tefek erzak isteyerek geçinen ailesi müdahaleye uygun görülmüyor. Dahası, makbul “biz”den olmayan bu aileye karşı toplumsal bir yükümlülük duyulması da söz konusu değil. İçinde bulundukları koşullar kendi yapıp etmeleri olarak algılanıyor ve sağdan soldan gelen ayni yardımlar hariç herhangi bir toplumsal güvenceye sahip olmamaları, örneğin çocukların okula gitmemeleri, aile hekimine erişimlerinin olmaması, sokakta karşılaşabilecekleri saldırılardan korunmak için sığınacakları bir kurum olmaması hiç yadırganmıyor.
İkinci ve bence daha önemli sebep ise bizzat Eylem’in ve onun gibi başka çocukların kayıp vakalar olarak algılanması. Yarın ne olacakları bugünden belli, aramıza asla karışamayacak çocuklar onlar. Bu kayıp çocuklar çoğunlukla kentin içinde tamamen görünmez oluyorlar. Aslında bu görünmezlik kimi zaman bu çocukları koruyan bir kalkan da olabiliyor. Çünkü göze battıkları anda büyük bir öfke ve şiddetle karşılaşıyorlar. Tezimden 1990’larda yayımlanan dilenci çocuk haberlerinden yola çıkarak bu konuyu incelediğim kısa bir bölümü şurada bulabilirsiniz.
Toplumun gözden çıkardığı bu çocuklar, çoğu zaman salt mevcudiyetleri sebebiyle bir güvenlik tehdidi olarak algılanıyorlar. Loic Wacquant, Punishing the Poor kitabında çağımızda suçun toplumsal bağlamından bağımsız düşünüldüğünü ve bu yüzden toplumsal düzenden kaynaklı sorunların güvenlik problemi gibi algılandığını yazar. İşte bu kafa karışıklığı güvencesizlik, yoksulluk, eşitsizlik gibi toplumsal sorunlardan duyulan endişeyi hedefine değil, bizzat o değişimlerden en çok etkilenen öznelere yöneltiyor. Böyle olunca da ailesi bir konutun masrafını karşılayamadığı için sokakta uyuyan bir bebeğin sağlığından değil, o ailenin orada yaşamasının yarattığı güvensiz ortamdan endişe ediyoruz.
Her şeye rağmen içinde bulunduğumuz çağda sokakta yaşayan, her türlü güvenceden yoksun bir çocuk görüntüsüyle karşılaşmak kolay hazmedilecek bir şey değil. Bu görüntü, görende en iyi ihtimalle merhamet, vicdan azabı gibi tepkilere yol açıyor. Bu duygularla baş etmek son derece zor olduğu için altından kalkması daha kolay, daha yalın duygulara sığınıyoruz. Öfke de bu yalın duygulardan biri. Duyduğumuz öfkeyi rasyonel bir eyleme dönüştürecek herhangi bir örgütlülüğe de sahip değiliz ne yazık ki. Sonuçta elimizden gelen hiçbir şey olmadığı için bu çocukları görmek zorunda kaldığımızda dönüp yine onlara sinirleniyoruz.
Bu karmaşık duyguları yaratan tek şey çocuğa karşı duyulan vicdani sorumluluk değil elbette, bunları besleyen bir diğer faktör de kişinin kendine dair korkuları. Zygmunt Bauman’ın Liquid Times kitabında bahsettiği gibi, düzenin ihtiyaç fazlası olduğu için gözden çıkardığı bu insanlar, toplumun geri kalanında gözden çıkarılma korkusunu tetikliyorlar. İçten içe kendi çocuklarımızın bu çocuklar gibi olmasının sadece küçük bir kazaya, ani bir para kaybına, işsiz geçecek birkaç yıla bağlı olduğunu biliyor ve korkuyoruz.  Bu korku da bizzat o çocuklara yönelik öfke olarak kendini gösteriyor.
Tam da bu noktada, yani Eylem’in ayaklarına bakıp bir söz söylenemediği, bir şey yapılamadığı noktada, çocukları sahiplenme arzusu, Ali Umut gibi makbul, üzerine titrenen, korunup kollanan çocuklara yöneliyor. Hâlihazırda güvenceli bir hayat süren bir çocuğun çoraplarına dair söz söylemek hem kolay, hem konforlu, hem de iç rahatlatıcı bir eylem çünkü. Dolayısıyla sokakta gelip “annesi, bu çocuk üşür” diyen kişi hem çocuklara karşı görevini yerine getirmiş ve kendinden saydığı çocuğu onaylamış, hem de makbul olmayan çocuğu kendi sorumluluk alanının dışında bırakmış oluyor.

Zygmunt Bauman, Liquid Times: Living in an Age of Uncertainty (Cambridge: Polity, 2013)
Loic Wacquant, Punishing the Poor: The Neoliberal Government of Social Insecurity (Durham; London: Duke University Press, 2009)

Sunday, 30 October 2016

Human Waste: Child Beggars in Türkiye Newspaper in the 1990s


Yvonne Jewkes observes that the murder of the three-year-old James Bulger by two ten-year-old boys was a threshold for British news media, when “the notion of childhood innocence gave way to themes of childhood horror and evil”[i] There is no threshold as such in Turkey’s media comparable to the Bulger case, but the demonisation of children living or working on the streets, and specifically the example of “paint thinner addicts” served a similar purpose. Children living on the streets who inhaled toxic materials as psychoactive drugs were labelled as “paint thinner addicts,” and presented as a source of terror. Interestingly, this derogatory term was not as commonly used in the media as one might assume, but its impact was more powerful than its prevalence.
There are not many examples of articles that specifically used the term in relation to crime; a search in Milliyet database reveals that there was only one violent crime committed by young adults (and not children) while under the influence of these substances in the 1990s.[ii] On the other hand, there were plenty of articles which referred to children addicted to toxic substances as “paint thinner addicts,” both in tragic human interest stories or in children’s health reports. By using the same label in both crime reports, and other news stories about children living on the streets, the newspapers established a symbolic link between those children and crime. Thus, through their misrepresentations, all children living on the streets were stigmatised as merciless evil beings, and the horror attached to their images was engraved in the collective conscious.
Moreover, a link with crime was not a prerequisite to demonise disadvantaged children; in some cases their mere visibility was more than enough. Many articles did not see beggars, poor children struggling to get to the front of queues at in-kind relief organisations, and children living or working on the streets as victims of social insecurity, but as signifiers of degeneration and spectres of unsafety for the rest of the population. This attitude is best exemplified by Türkiye’s depiction of child beggars. In the late 1990s, the newspaper participated in a media frenzy over beggars on city streets who “exploited people’s compassion.” In these articles, the children were either dehumanised, described as instruments, machines, even “robots” used by their families for “emotional blackmail.” In other examples, they were called tricksters and exploiters who masked their lies behind their innocent faces in order to exploit upright citizens’ conscience to get more than they deserve[iii].
To understand the news media’s explicit hostility to these children, we should take into account two observations. The first of these is offered by Loïc Wacquant in Punishing the Poor. Wacquant interprets the last three decades as a transition from the welfare state to the penal state. He then elaborates this statement by asserting that this new type of government finds its legitimacy not in providing social security, but in inciting the sense of insecurity.[iv] A signifier of this transition was the media’s increased emphasis on safety. Symbols that provoked the sense of unsafety were the staple of this approach. The horrifying image of the delinquent, feral child threatening upright citizens became one of those symbols. The change of lexicon in accordance to the child on the streets becomes especially evident in a parallel reading of articles from the 1970s and 1990s on the same subject. In the examples from the 1970s, the articles about “stray children” were examples of social commentary, and instead of blaming the children, journalists concentrated on analysing the social backdrop of the problem.  It is significant to note that the very same theme was completely reversed in perspective in the two decades that followed, and these children came to be seen as the sole carriers of the blame.
The second observation is articulated by both Zygmunt Bauman and Richard Sennett from quite different perspectives, but both thinkers reach similar conclusions in their interpretation of the issue in terms of redundancy. According to Bauman, capitalist society in its most recent form has created masses that are redundant to the system. He calls these masses “human waste.”[v] In a similar reflection, Richard Sennett observes that the very population Bauman called “human waste,” that is the poor, the unemployed, and other losers of the system, constituted a “spectre of uselessness” that alarmed the rest of the population, who felt in danger of becoming redundant.[vi] Thus, the images of these children served two ends at the same time. First, they became symbols of insecurity, and second, they became alarming spectres of redundancy. These factors influenced their portrayal by the news media, and the apparent disturbance caused by their images was frantically covered with vile and aggressive expressions.

*Excerpt from my unpublished PhD Thesis. Cut the Kids in Half: New Urban Childhoods in Turkey Through the Lens of the Mainstream Media, 1977-1997. Supervisor: Prof. Ayşe Buğra. Istanbul: Bogazici University, 2015.


[i] Yvonne Jewkes, Construction of Crime News, p.58.
[ii] “Tinerci cinayeti,” (Thinner addict kills) Milliyet, 24 June 1994.
[iii]  Veysi Gezer, “Çocuklarını dilencilere kiralıyorlar” (They are renting their children to beggars) Türkiye, 30 January 1992; Ercan Seki, “Küçük Ceylan işbaşında” (Little Ceylan in action) Türkiye, 11 January 1992; Utku Sağılır “Dilenci annenin dilenci çocuğu” (The beggar son of a beggar mother) Türkiye, 8 January 1992; Selahattin Tercan, “İstanbul’a dilenci akını” Türkiye, 16 January 1997; Sadık Kahraman, “Dilenci operasyonu,” Türkiye, 21 February 1997; Nuri Yılmaz, Dündar Batık,“Dilenci aldatıyor,” Türkiye, 20 November 1997.
[iv] Loïc Wacquant, Punishing the Poor.(Durham, London: Duke University Press, 1999).
[v] Zygmunt Bauman, Wasted Lives: Modernity and Its Outcasts (Oxford : Polity, 2004).
[vi] Richard Sennett, The Culture of the New Capitalism (New Haven : Yale University Press, 2006).

Thursday, 22 September 2016

Split Cities, Split Childhoods: Spaces of New Urban Childhood*

*The following article is based on a paper that I presented at the Society for the History of Children and Youth 7th Biennial Conference held in Nottingham in June 2013. What is probably more interesting than the paper itself is the circumstances that it was produced. I started writing it in the winter leading up to the Gezi Park uprising, finished it just at the heat of the moment, and presented it a couple of days after we were cleared off the park by the riot police. So the paper starts as a grim depiction of children in the city, but ends on a positive note. Reading it again after three very turbulent years is a bittersweet experience, so I intentionally left the final paragraph as it is: a reminder that things could have been, and perhaps can still be, very different.


Based on a chapter of my PhD research on inequality and new urban childhood in Turkey, this paper is about how the increasing inequality between children shaped the urban landscape in Turkey, and how it affected the conceptualisation of childhood. In other words, it will discuss how social-spatial and cultural reconstruction of childhood intermingled with socio-economic change. I have limited the time frame to the twenty years between 1977 and 1997, the beginning of the global fiscal crisis, and the peak point when the signs of socio-economic change ceased to be deniable. I will use data derived from a variety of sources including child well-being studies conducted by international organisations, government agencies and NGOs, and articles on children published in the highest circulating mainstream broadsheet newspaper in Turkey.
I will observe that rapid but uneven human development has increased inequality among children, thus creating a disparity between their living standards. Furthermore, owing to voluntary and forced demographic flows, by the late 1990s, these distinct groups of children were concentrated in densely populated cities. The same period was also characterised by the disintegration of urban space and the sprawl of culturally and socio-economically homogeneous and segregated neighbourhoods, such as shanty towns and gated communities. I will argue that this split was also translated into the mainstream discourse of the news media. To put it differently, the reorganisation of newspapers and the restructuring of cities followed similar patterns, and spatial, social and mental change entangled within each other.
Many scholars of urban studies who view the city from a Weberian perspective[i] agree that cities act as distributors of income and benefits. They also agree that the changing landscape not only reflects but also reproduces social inequalities by concentrating poverty and wealth in enclosed spaces.[ii] These effects of cities particularly worsened in the last decades as the reorganisation of urban spaces separated distinct and unequal populations. UNDP warns us that since the late 1970s, the distribution of income resulted in increased numbers at opposite sides of the inequality scale.[iii] We also know that people of similar means tend to live in similar houses, in similar areas of the city.[iv] Therefore unequal development, combined with demographic flows from rural areas to cities, and rapid urbanisation amplified the effects of spatial separation and polarisation.[v]
Turkey is a very representative example that displays these observations. Statistical data shows that there has been a dramatic improvement in human development and economic growth in the second half of the twentieth century. Yet, since the late 1970s, neither the state’s redistributive welfare policies nor non-governmental efforts compensated for the unevenness of distribution which was displayed by the changing structure of the cities. There were also some factors specific to the country. In the 1980s, the urban population outnumbered the rural population for the first time in the country’s history. Thus, a great proportion of population were concentrated in giant cities which were characterised with uneven distribution of wealth and benefits. The situation was worsened with the changing patterns of migration in the 1990s. Forced and voluntary migration of the Kurdish population from the southeast was unlike any other demographic movement the country experienced in the previous decades, and had even greater polarising effects. The newcomers were unskilled, poor, unemployed, and hopeless. These developments changed the nature of urban poverty in Turkey, [vi] and the stigmatisation of poor neighbourhoods which in previous decades acted like a temporary gateway upwards.[vii] While at the same time, the changing patterns of wealth accumulation favoured the top percentile of the income distribution scale.[viii] Although the extent of spatial segregation was almost impossible to monitor,[ix] new forms urban wealth and poverty found their reflection in newly burgeoning segregated spaces, such as gated communities, squatter settlements.[x]
Children and especially under-fifteen-year-olds were among the most vulnerable. Children’s relative income recorded a decline in the period from the mid-1980s to the mid-2000s, and distribution varied greatly between children.[xi]  There was little redistribution that made up for low income; as stated by OECD, most state transfers actually tended to go to high income households.[xii] WHO finds that low income limited children’s to health services,[xiii] and UNESCO points out that the differences between schools affected the quality of education, and limited the children’s only escape out of poverty. UNICEF observes that the new migrants were the least likely to reach high quality education.[xiv] According to UNESCO, Kurdish children, and especially the poor Kurdish children are the most disadvantageous group in terms of educational poverty.[xv] In a nutshell, growth without redistribution created distinct groups of children. Thus, the period not only sustained prevailing inequalities between children’s capabilities and life chances, but also created a distinction between different childhoods.
The spaces of childhood were not an exception, the segregation of schools, recreational areas, and houses were all parts of the same process that increased the effects of inequality between children. Children were sent to the outskirts of the cities, some to suburbs, private schools, gated communities, shopping malls and amusement parks; others to squatter settlements, overcrowded state schools, workplaces, and detention centres, or to public parks, if they were lucky to have access to one. The child as the non-adult was exiled from the city centre, and sent to the periphery. Thus, although growing numbers of children were living in more heterogeneous cities, the spaces they inhabited became increasingly homogenous.[xvi] Class and ethnicity separated child populations and destroyed their spaces of contact. And it was precisely because they were separated from one another that they continued to grow ever more distinct from each other.
The one place that these children still cohabited was the news media. This paper will question how the conceptualisation of childhood in mainstream media reflected this persistent inequality in an age of growth. My analysis of child related news published in Hürriyet finds that the broadsheet newspapers were increasingly compartmentalised. In other words, in the last quarter of the 20th Century, several topics related to children were extracted from the headlines and pushed to their reserved margins, and this compartmentalisation was another indicator of children’s disintegration. Throughout the period, the accelerating restructuring of newspapers followed a similar pace to that of urbanisation trends. Several subjects were extracted from the front pages where they were positioned together, and sent to their reserved zones, like the identification of juvenile delinquency with page three, or the news about school and daily life with appropriated attachments. While reports about juvenile delinquency were sent to the periphery of local news, child labour to finance pages, and child poverty to comment sections; pedagogy and children’s culture were offered a safe haven in the outskirts of life and style supplements. Thus, as some pages acted as the shanty towns of the newspaper, the attachments began to look like gated communities, and provided secure grounds for the favoured children of higher social strata.
There were two apparent reasons for compartmentalisation. The first was the changing setup of newspapers. After the paper shortage of the 1970s was sidestepped by importing paper, and the newspapers defended their place in news media against televisions which were increasing by the second, the number of pages per paper steadily increased and triple folded in two decades. Consequently, the simple quintuple organisation of newspapers (national, finance, foreign, sports, and arts, life & style) was replaced with more rigid and clearly defined sections that targeted specific audiences and specialised readerships. This meant that several topics related to children were divided into smaller clusters. Newspapers were not books you read from cover to cover: this clustering dissipated child well being news from their residence under the national headlines, and away from the social agenda.
The second reason was the changing nature of news, and a new found appreciation of newsworthiness. The pressure of new technologies and media made the traditional news media to seek new ways to attract readers. News in general became more sensational, trivial or event oriented. [xvii] In the late 1970s, an article investigating children’s living standards was most likely to be found in the “extra headlines” page, which covered national feature news that did not report immediate developments, but usually published news files on a variety of demographic trends.  These articles were thorough, and they were accompanied by detailed statistical analyses and comments. These kinds of reports required a great deal of time both for the reader and the journalist.  However, the newsmaking trends of the 1980s needed news to be fast, catchy, and most importantly easy to produce and to read. Thus, by the 1990s, most newspaper articles about children were either human interest stories like crime reports, or soft news stories like child rearing advice and trivial articles about child stars. This was a major obstacle that made it hard for ordinary children and their experiences to appear in the newspapers.[xviii]
Consequently, reports about juvenile delinquency were sent to the periphery of local news,[xix] underage prostitution to page three,[xx]child labour to finance pages,[xxi] child poverty to comment sections;[xxii] and housing problems to real estate inserts,[xxiii] pedagogy and children’s culture were offered a safe haven in the outskirts, and pushed to life and style supplements. Furthermore, these articles also differentiated in their styles, lexicons, and even their attitudes towards their subjects. This cognitive reorganisation concealed the socialness of children’s problems, and the widening socio-economic gap between children by categorising their problems. On the one hand, by the late 1990s, disadvantaged children could only appear in newspapers by what they did, and not because they were children, but particularly because they were doing unchildlike things. In these narrative compositions, the actors were the focal point, and the commonalities they shared with other actors were irrelevant. When children became the actors of news stories, the details that make those stories peculiar were selected specifically for narrative purposes, and the child actors were deprived of all characteristics but the distinctive ones that would embellish the story arch. In other words, as children’s actions and their outcomes were personalised, they were reduced to their act, and their subjectivity and agency almost disappeared. On the other hand, advantaged children were hardly ever mentioned for what they did, but they were in newspapers for who they were, for being the children of the perceived readership. The modern conceptualisation of childhood was still intact in child rearing articles. The children were still considered innocent beings that needed to be sheltered and protected. However these articles were published in special sections and aimed smaller audiences. This determined the contents of the texts, obviously an article on anaemia that targeted families did not state the same observations as a general article that would be found on national headlines.
Thus, by the late 1990s, it was possible to find an article which advised mothers to take care of their adolescent children and cautioned them against smothering their kids in one page, and on another page would be another article about adolescents of the same age living on the streets, which, albeit briefly mentioning the hardships these children encountered, argued that street children posed threats to otherwise safe neighbourhoods. As an article pondered about the incredibly cruel lives of middle class children who matured before their time, another that simply informed the reader that there were children working in the worst jobs on the market. To put it differently, there were still certain qualities attributed to “children,” such as their innocence, vulnerability and potential. However, the modern notions of childhood were no longer an umbrella that attempted to cover all children. The dominant discourse used by the press abandoned a standardised and age-based definition of childhood, and employed a conditional definition that normalised the application to different groups of children. 
To conclude, unless these different childhoods are represented alongside each other, unless we see these children in the same frame, we begin to forget that they are all children. Their inequality is reproduced once their difference becomes irrelevant and invisible. This creates a distorted version of the normal: we no longer see these different childhoods as variants of a common experience of “childness”, and we began to internalise their distinction. Furthermore, it is not only the advantaged population that perceives the out-casted children from the lenses of the media: these children themselves are also the audience of that distorted perspective. And this is precisely what multiplies their positional suffering. In “The Space of Points of View,” Bourdieu discusses “how painfully the social world may be experienced by people who, like the bass player in the orchestra, occupy an inferior, obscure position in a prestigious and privileged universe.” He then concludes that “Using material poverty as the sole measure of all suffering keeps us from seeing and understanding a whole side of the suffering characteristic of a social order which, although it has undoubtedly reduced poverty overall (though less than often claimed) has also multiplied the social spaces (specialized fields and subfields) and set up the conditions for an unprecedented development of all kinds of ordinary suffering (La petite misère).”[xxiv]
A very interesting finding of my research is that the transformation of news media preceded urban transformation: spatial segregation followed this pattern nearly a decade later. To put it differently, the discoursive compartmentalisation of children was a self fulfilling prophecy that predated its translation to the city landscape as urban transformation. The construction of the vulnerable child and a world full of danger predated the gated communities; the actual deprivation of the squatter settlements in fact reflected the stigma and degradation of the urban outcasts. First the children in the newspapers were separated and segregated in different pages, then followed the polarisation of the children in the city. The transformation of urban landscape and the reconstruction of symbolic geography were inextricably intertwined. Today, new and advanced forms of urban transformation, such as the displacement of marginalised groups and gentrification still continues in Turkey. Sociologists fear that it will only get worse unless the tide turns. However, there’s no place for desperation in social sciences. We know that there are different forms of marginal settlements: banlieues, ghettos, slums, and shanty towns. And there are different forms of advantaged habitations: suburbs, residences, gentrified areas. Although architecturally speaking their function is the same, according to Wacquant, albeit appearing similar, these spaces have different dynamics. He argues that efficient state policies can still be a part of this equilibrium and turn the tide around.[xxv]
When I started working on this paper, I planned to conclude my presentation with this remark. I would state that there may be a way out of this, but I was not hopeful. The recent events in Turkey might change that. For the first time, a movement that originated from a protest against urban transformation fuelled something very interesting: people are now claiming their rights over the city. The demonstrations, as you might know, started off as a protest against the demolition of a public park, situated in the most important central square in Istanbul. It was, in a sense, a display of citizens’ demands to take back the centre of the city. To this day, we don’t know where these events will lead us. Yet, it is extremely exciting to see that the children I just told you about became the backbone of this civilian resistance.





[i] Mike Savage, Alan Warde and Kevin Ward. Urban Sociology, Capitalism and Modernity. New York: Palgrave Macmillan, 2003 (1993).
[ii] Some examples include David Harvey, Blair Badcock, and others.
[iii] UNDP, Human Development Report, 1990.
[iv] Michael Young and Peter Willmott, The Symmetrical Family. Harmondsworth: Penguin,1975.           
[v] Therborn observes that urbanisation doubled globally between 1950 and 2010. Göran Therborn, The World: A Beginner’s Guide. Cambridge: Polity Press, 2011.
[vi] Ayşe Buğra and Çağlar Keyder, “New Poverty and Changing Welfare Regime of Turkey,” Ankara: UNDP, 2003.
[vii] Deniz Yonucu, “A Story of a Squatter Neighborhood: From the Place of the ‘Dangerous Classes’ to the ‘Place of Danger,’” The Berkeley Journal of Sociology, Vol. VII (2008). Oğuz Işık and M. Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk: Sultanbeyli Örneği.(Poverty in Turns: The Sultanbeyli Case)  İstanbul: İletişim 2001 Necmi Erdoğan, ed. Yoksulluk Halleri: Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri. (Faces of Poverty: Social Displays of Urban Poverty in Turkey) İstanbul: Demokrasi Kitaplığı, 2002.
[viii] Income Distrubiton, Consumption and Poverty Database, Turkish Statistical Institute.
[ix] As Tanış and Pérouse observe, it is almost impossible to gather exact numbers about the size of urban transformation. Yet all studies agree that these trends are very obvious. See Aslı Didem Tanış and Jean-François Pérouse, “Zenginliğin Mekanda Yeni Yansımaları: İstanbul’da Güvenlikli Siteler,” (The Reflections of Wealth on the Landscape: Gated Communities in İstanbul) Toplum ve Bilim, no.104 (2005).
[x] Ayfer Bartu Candan and Biray Kolluoğlu, “Emerging Spaces of Neoliberalism: A Gated Town and a Public Housing Project in İstanbul” in New Perspectives on Turkey, no.39 (2008): 5-46.
[xi] OECD, Growing Unequal? Income Distribution and Poverty in OECD Countries, 2008.
[xii] World Bank, Turkey: Economic Reforms, Living Standards and Social Welfare Study, 2000.
[xiii] World Health Report, WHO, 1996-2013.
[xiv] UNICEF, Child Poverty in Turkey, 2006.
[xv] UNESCO, Education for All, 2002-2010.
[xvi] Ayşe Öncü, “The Myth of the ‘Ideal Home’ Travels Across Cultural Borders to Istanbul” inAyşe Öncü and Petra Wyland: Space, Culture and Power: New Identities in Globalizing Cities. London, New Jersey: Zed Books, 1997. (pp.56-72)
[xvii] In 1997, half of all news articles about children were human interest stories, the ratio was one third in 1977.
[xviii] Champagne states that “Even if the close observation of everyday life in these suburbs, with its ordinary problems, is more enlightening, the majority of journalists tend to focus on the most spectacular and therefore exceptional violence. The media thus produce for the general public, which is not directly concerned, a presentation of problems that emphasize the extraordinary.” Patrick Champagne, “The View from the Media” in Pierre Bourdieu et al., Trans. Priscilla Parkhurst Ferguson et al., The Weight of the World: Social Suffering in Contemporary Society. Cambridge: Polity Press, 2010 (1999).
[xix] “En küçüğü kan kırmızı” (The smallest of all is blood red), 1 March 1997.
[xx]  Ali Aksoyer, “Dikiş kursu aşk yuvası çıktı” (Turns out the needlecraft course was a love nest) 9 March 1997.
[xxi] Ayşe Özek Karasu, “Peki çocuklar ne olacak?” (How about the children, then?), 2 March 1997.
[xxii] Zeynep Atikkan “Çocuklarına bakamayan toplum” (The society that cannot take care of its children) Hürriyet, 19 January 1997.  Enis Berberoğlu, “İstanbul’un yuttuğu çocuklar ve diğerleri” (The children swallowed by İstanbul and others), 16 October 1997
[xxiii] “İstanbul gecekondu cenneti” (İstanbul is a paradise for squatter houses), 19 September 1997.
[xxiv] Pierre Bourdieu, “The Space of Points of View” in Pierre Bourdieu et al., Trans. Priscilla Parkhurst Ferguson et al., The Weight of the World: Social Suffering in Contemporary Society. Cambridge: Polity Press, 2010 (1999).
[xxv] Loïc Wacquant, Urban Outcasts: A Comparative Sociology of Advanced Marginality. Cambridge and Malden: Polity Press, 2008.