Monday 31 October 2016

Çocuk, Aile ve Toplum 1: Umut’un Çorapları ve Eylem’in Ayakları

Geçtiğimiz kış oğlum dünyaya geldiğinden beri akademik çalışmalardan biraz uzak kaldım. Öte yandan yıllardır üzerine yazıp çizdiğim bazı konularda zoraki bir katılımcı gözlemci olarak birinci elden deneyim ve gözlem biriktirmiş oldum. Benim için bu gözlemlerden en çarpıcı olanı sokakta yaşanan gündelik ilişkilere dairdi. Ali Umut’u doğduğu günden itibaren her gün sokağa, parklara, açık havaya çıkarmaya çalıştık. Ufacık bir bebekle her gün kamusal alanda vakit geçirince gelip konuşan da çok oluyor. İlk günlerde bu kadar ufak bir bebeği dışarı çıkarmamamızı söylemek için yolunu değiştiren, sokağa çıkmanın risklerini uzun uzun açıklayan, hatta bebekle ortalıkta dolaştığımız için bizi azarlayan insanlarla karşılaştık. Sonra yaz geldi, hava ısındı, Umut’un minik ayakları sıkıcı çoraplardan kurtuldu ve istisnasız her sokağa çıktığımızda duyduğumuz bir cümle girdi hayatımıza: “bu çocuğun çorapları yok, ayakları üşür.”
Doktora tezimde gazete haberlerinden yola çıkarak yaptığım en önemli gözlemlerinden biri, 1980’lerden itibaren çocuğun sorumluluğunun hızla toplumdan aileye aktarılmasıydı. Dolayısıyla ilk başlarda Umut’a ve çoraplarına gösterilen bu aşırı ilgiyi çocuğun toplumca benimsenişinin bir işareti olarak yorumlayıp oldukça şaşırdım. Fakat bu konuya biraz kafa yorduğumda kimi zaman samimi bir ilgiyle yapılsalar da bu küçük uyarıların iç içe geçmiş üç farklı işlevi olduğunu fark ettim: makbul olan ve olmayan (bizim olan ve olmayan) çocukları birbirinden ayrıştırmak, ebeveyne (özellikle de anneye) görevlerini belletmek ve toplumsal sorumluluğun sınırlarını çizmek. Bu yazıda bu işlevlerin ilkinden bahsedeceğim. Önümüzdeki günlerde de diğer iki işlevi ele alacağım ve her biriyle ilgili tezimden kısa bir bölüm paylaşacağım.
Evimizin karşısındaki parkta beş çocuklu bir aile yaşıyor. Çocuklardan en küçüğü, Eylem, oğlumdan bir ay önce kışın en soğuk günlerinde dünyaya geldi. Doğduğundan beri iki işlek cadde arasına sıkışmış ufacık bir parkta meme emiyor, ağlıyor, uyuyor ve her bebek her ne yaparsa onları yapıyor. Altı aylık olduğundan beri de parkın çimlerinde çıplak ayaklarıyla emekleme çalışmalarına girişti. Oğlumla sokağa her çıkışımızda tanımadığımız birinden bebekler nasıl giydirilmeli, ne kadar süreyle sokağa çıkmalı, nereye gitmeli konulu bir söylev dinliyoruz. Ancak güneşin açısına, hava sıcaklığına, salgın hastalık haberlerine, trafiğin yoğunlaştığı saatlere dikkat ederek her gün kısa bir süre evden çıkan, bir süre hava aldıktan sonra tekrar evine dönen Ali Umut’un çoraplarına gösterilen bu aşırı hassasiyet Eylem’in çıplak ayaklarına asla yönelmiyor.
Bu ilgisizliğin birkaç sebebi var: birincisi, çocuk topluma değil aileye ait kabul edildiğinden Eylem’in araba camı silerek, düğün konvoylarından bahşiş toplayarak, mahalle esnafını dolaşıp ufak tefek erzak isteyerek geçinen ailesi müdahaleye uygun görülmüyor. Dahası, makbul “biz”den olmayan bu aileye karşı toplumsal bir yükümlülük duyulması da söz konusu değil. İçinde bulundukları koşullar kendi yapıp etmeleri olarak algılanıyor ve sağdan soldan gelen ayni yardımlar hariç herhangi bir toplumsal güvenceye sahip olmamaları, örneğin çocukların okula gitmemeleri, aile hekimine erişimlerinin olmaması, sokakta karşılaşabilecekleri saldırılardan korunmak için sığınacakları bir kurum olmaması hiç yadırganmıyor.
İkinci ve bence daha önemli sebep ise bizzat Eylem’in ve onun gibi başka çocukların kayıp vakalar olarak algılanması. Yarın ne olacakları bugünden belli, aramıza asla karışamayacak çocuklar onlar. Bu kayıp çocuklar çoğunlukla kentin içinde tamamen görünmez oluyorlar. Aslında bu görünmezlik kimi zaman bu çocukları koruyan bir kalkan da olabiliyor. Çünkü göze battıkları anda büyük bir öfke ve şiddetle karşılaşıyorlar. Tezimden 1990’larda yayımlanan dilenci çocuk haberlerinden yola çıkarak bu konuyu incelediğim kısa bir bölümü şurada bulabilirsiniz.
Toplumun gözden çıkardığı bu çocuklar, çoğu zaman salt mevcudiyetleri sebebiyle bir güvenlik tehdidi olarak algılanıyorlar. Loic Wacquant, Punishing the Poor kitabında çağımızda suçun toplumsal bağlamından bağımsız düşünüldüğünü ve bu yüzden toplumsal düzenden kaynaklı sorunların güvenlik problemi gibi algılandığını yazar. İşte bu kafa karışıklığı güvencesizlik, yoksulluk, eşitsizlik gibi toplumsal sorunlardan duyulan endişeyi hedefine değil, bizzat o değişimlerden en çok etkilenen öznelere yöneltiyor. Böyle olunca da ailesi bir konutun masrafını karşılayamadığı için sokakta uyuyan bir bebeğin sağlığından değil, o ailenin orada yaşamasının yarattığı güvensiz ortamdan endişe ediyoruz.
Her şeye rağmen içinde bulunduğumuz çağda sokakta yaşayan, her türlü güvenceden yoksun bir çocuk görüntüsüyle karşılaşmak kolay hazmedilecek bir şey değil. Bu görüntü, görende en iyi ihtimalle merhamet, vicdan azabı gibi tepkilere yol açıyor. Bu duygularla baş etmek son derece zor olduğu için altından kalkması daha kolay, daha yalın duygulara sığınıyoruz. Öfke de bu yalın duygulardan biri. Duyduğumuz öfkeyi rasyonel bir eyleme dönüştürecek herhangi bir örgütlülüğe de sahip değiliz ne yazık ki. Sonuçta elimizden gelen hiçbir şey olmadığı için bu çocukları görmek zorunda kaldığımızda dönüp yine onlara sinirleniyoruz.
Bu karmaşık duyguları yaratan tek şey çocuğa karşı duyulan vicdani sorumluluk değil elbette, bunları besleyen bir diğer faktör de kişinin kendine dair korkuları. Zygmunt Bauman’ın Liquid Times kitabında bahsettiği gibi, düzenin ihtiyaç fazlası olduğu için gözden çıkardığı bu insanlar, toplumun geri kalanında gözden çıkarılma korkusunu tetikliyorlar. İçten içe kendi çocuklarımızın bu çocuklar gibi olmasının sadece küçük bir kazaya, ani bir para kaybına, işsiz geçecek birkaç yıla bağlı olduğunu biliyor ve korkuyoruz.  Bu korku da bizzat o çocuklara yönelik öfke olarak kendini gösteriyor.
Tam da bu noktada, yani Eylem’in ayaklarına bakıp bir söz söylenemediği, bir şey yapılamadığı noktada, çocukları sahiplenme arzusu, Ali Umut gibi makbul, üzerine titrenen, korunup kollanan çocuklara yöneliyor. Hâlihazırda güvenceli bir hayat süren bir çocuğun çoraplarına dair söz söylemek hem kolay, hem konforlu, hem de iç rahatlatıcı bir eylem çünkü. Dolayısıyla sokakta gelip “annesi, bu çocuk üşür” diyen kişi hem çocuklara karşı görevini yerine getirmiş ve kendinden saydığı çocuğu onaylamış, hem de makbul olmayan çocuğu kendi sorumluluk alanının dışında bırakmış oluyor.

Zygmunt Bauman, Liquid Times: Living in an Age of Uncertainty (Cambridge: Polity, 2013)
Loic Wacquant, Punishing the Poor: The Neoliberal Government of Social Insecurity (Durham; London: Duke University Press, 2009)

Sunday 30 October 2016

Human Waste: Child Beggars in Türkiye Newspaper in the 1990s


Yvonne Jewkes observes that the murder of the three-year-old James Bulger by two ten-year-old boys was a threshold for British news media, when “the notion of childhood innocence gave way to themes of childhood horror and evil”[i] There is no threshold as such in Turkey’s media comparable to the Bulger case, but the demonisation of children living or working on the streets, and specifically the example of “paint thinner addicts” served a similar purpose. Children living on the streets who inhaled toxic materials as psychoactive drugs were labelled as “paint thinner addicts,” and presented as a source of terror. Interestingly, this derogatory term was not as commonly used in the media as one might assume, but its impact was more powerful than its prevalence.
There are not many examples of articles that specifically used the term in relation to crime; a search in Milliyet database reveals that there was only one violent crime committed by young adults (and not children) while under the influence of these substances in the 1990s.[ii] On the other hand, there were plenty of articles which referred to children addicted to toxic substances as “paint thinner addicts,” both in tragic human interest stories or in children’s health reports. By using the same label in both crime reports, and other news stories about children living on the streets, the newspapers established a symbolic link between those children and crime. Thus, through their misrepresentations, all children living on the streets were stigmatised as merciless evil beings, and the horror attached to their images was engraved in the collective conscious.
Moreover, a link with crime was not a prerequisite to demonise disadvantaged children; in some cases their mere visibility was more than enough. Many articles did not see beggars, poor children struggling to get to the front of queues at in-kind relief organisations, and children living or working on the streets as victims of social insecurity, but as signifiers of degeneration and spectres of unsafety for the rest of the population. This attitude is best exemplified by Türkiye’s depiction of child beggars. In the late 1990s, the newspaper participated in a media frenzy over beggars on city streets who “exploited people’s compassion.” In these articles, the children were either dehumanised, described as instruments, machines, even “robots” used by their families for “emotional blackmail.” In other examples, they were called tricksters and exploiters who masked their lies behind their innocent faces in order to exploit upright citizens’ conscience to get more than they deserve[iii].
To understand the news media’s explicit hostility to these children, we should take into account two observations. The first of these is offered by Loïc Wacquant in Punishing the Poor. Wacquant interprets the last three decades as a transition from the welfare state to the penal state. He then elaborates this statement by asserting that this new type of government finds its legitimacy not in providing social security, but in inciting the sense of insecurity.[iv] A signifier of this transition was the media’s increased emphasis on safety. Symbols that provoked the sense of unsafety were the staple of this approach. The horrifying image of the delinquent, feral child threatening upright citizens became one of those symbols. The change of lexicon in accordance to the child on the streets becomes especially evident in a parallel reading of articles from the 1970s and 1990s on the same subject. In the examples from the 1970s, the articles about “stray children” were examples of social commentary, and instead of blaming the children, journalists concentrated on analysing the social backdrop of the problem.  It is significant to note that the very same theme was completely reversed in perspective in the two decades that followed, and these children came to be seen as the sole carriers of the blame.
The second observation is articulated by both Zygmunt Bauman and Richard Sennett from quite different perspectives, but both thinkers reach similar conclusions in their interpretation of the issue in terms of redundancy. According to Bauman, capitalist society in its most recent form has created masses that are redundant to the system. He calls these masses “human waste.”[v] In a similar reflection, Richard Sennett observes that the very population Bauman called “human waste,” that is the poor, the unemployed, and other losers of the system, constituted a “spectre of uselessness” that alarmed the rest of the population, who felt in danger of becoming redundant.[vi] Thus, the images of these children served two ends at the same time. First, they became symbols of insecurity, and second, they became alarming spectres of redundancy. These factors influenced their portrayal by the news media, and the apparent disturbance caused by their images was frantically covered with vile and aggressive expressions.

*Excerpt from my unpublished PhD Thesis. Cut the Kids in Half: New Urban Childhoods in Turkey Through the Lens of the Mainstream Media, 1977-1997. Supervisor: Prof. Ayşe Buğra. Istanbul: Bogazici University, 2015.


[i] Yvonne Jewkes, Construction of Crime News, p.58.
[ii] “Tinerci cinayeti,” (Thinner addict kills) Milliyet, 24 June 1994.
[iii]  Veysi Gezer, “Çocuklarını dilencilere kiralıyorlar” (They are renting their children to beggars) Türkiye, 30 January 1992; Ercan Seki, “Küçük Ceylan işbaşında” (Little Ceylan in action) Türkiye, 11 January 1992; Utku Sağılır “Dilenci annenin dilenci çocuğu” (The beggar son of a beggar mother) Türkiye, 8 January 1992; Selahattin Tercan, “İstanbul’a dilenci akını” Türkiye, 16 January 1997; Sadık Kahraman, “Dilenci operasyonu,” Türkiye, 21 February 1997; Nuri Yılmaz, Dündar Batık,“Dilenci aldatıyor,” Türkiye, 20 November 1997.
[iv] Loïc Wacquant, Punishing the Poor.(Durham, London: Duke University Press, 1999).
[v] Zygmunt Bauman, Wasted Lives: Modernity and Its Outcasts (Oxford : Polity, 2004).
[vi] Richard Sennett, The Culture of the New Capitalism (New Haven : Yale University Press, 2006).