Wednesday 28 December 2016

Yeşil şapkalı minik anarşist: Snufkin


“Ah ne harika,” diye fısıldadı Sniff, “senin mi bunlar?”
Snufkin kaygısızca “Burada yaşadığım sürece öyle” diye cevapladı onu,
“her şeyin hükümdarı benim, bütün dünya bana ait.”

Tarihin her dönemi kendi yazarlarını yaratır. Stilleri, hikaye ettikleri konular, hatta anadilleri farklı olsa da aynı döneme tanık olmanın bağı vardır bu yazarlar arasında. 1. Dünya Savaşı sırasında yıkılmış, alt üst olmuş, henüz bir savaşın dumanı tüterken yeni bir savaşı bekleyen bir dünyaya doğan yazarlar kuşağı da böyle. Amerika’dan J.D. Salinger ve Carson McCullers, Britanya’dan Muriel Spark,  talihsiz adı yüzünden hep unutulan romancı Elizabeth Taylor ve Barbara Pym, Türkiye’den Vedat Türkali veYusuf Atılgan bambaşka dünyalardan bahsetseler de hepsi küçük ve tuhaf insanların önemsiz hayatlarını, gündelik ilişkilerin gözden kaçan detaylarını anlatır. İnsan olmanın küçük ortaklıklarını arayıp bulmaya çalışır gibidirler, onların birbirine hiç benzemeyen eserlerindeki bu arayış okurun yüreğini ince ince sızlatır.
Tove Jansson da bu yazarlardan biri. Jannson’un yetişkinler için yazdığı roman ve hikayelerin, özellikle de küçük bir çocuğun ihtiyar büyükannesi ile geçirdiği yaz tatilini anlatırken yaşam ve ölüm temaları hakkında zarafetle kalem oynattığı Summer Book ( İsv: Sommarboken) kitabının kitaplığımda özel bir yeri vardır. Ama bu yazıda onun çocuklar için yazdığı kitaplardan bahsedeceğim. İsveççe bilmediğim için bu kitapları İngilizceden okudum. Alıntılar kendi okuduğum versiyondan, dilden dile aktarılırken muhtemelen pek çok şey kaybeden çeviriler tüm hatalarıyla bana ait.
Tove Jansson 1914 yılında, Finlandiya'nın İsveççe konuşan azınlığına mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Heykeltraş babası ve grafik sanatçısı annesiyle, gelenin gidenin eksik olmadığı bohem bir evde, avant-garde sanatçılar, sosyalist entelektüeller arasında büyümüş. Haliyle diğer kardeşleri gibi Tove de hep sanatla ilişki içinde olmuş. İlk kitabı henüz 13 yaşındayken yayınlanmış, 20’li yaşlarında Nazi karşıtı Garm dergisine karikatürler çizmiş. Etrafına koca bir dünya öreceği Moomintroll (İsv: Mumintroll, Tr: Mumi) karakteri de ilk olarak bu karikatürlerde karşımıza çıkıyor.
Jansson, Moomintrolleri anlattığı sekiz roman, bir hikaye derlemesi, bir o kadar da resimli kitap yazdı, bu kitaplar kırkın üstünde dile çevirildi. Peki böyle sıra dışı bir çevrede yetişen, hayatının büyük kısmını ıssız bir adada geçiren, üstelik 1971’e kadar homoseksüelliğin yasadışı olduğu Finlandiya’da partneri ile yaşayan bu tuhaf kadın nasıl Finlandiya’nın en sevilen ve yazdıkları dünyada en çok tanınan yazarı oldu? Bunun sırrı yarattığı dünyanın büyüsünde gizli.
Tove Jansson, Moomintroll kitaplarının ilkini savaşın asla sonu gelmeyecekmiş gibi göründüğü yıllarda naif ve mutlu bir hikaye anlatmak istediği için yazdığını söylemiş. Bu duygu da serinin ilk kitaplarında yoğun bir şekilde hissediliyor: ormandaki savunmasız minik canlılar hep dışarıdan gelen bir tehlike ile tehdit altındadır, kimi zaman bir sel baskını, kimi zaman ise bir kuyruklu yıldız. Kitaplar evini yitirmiş, oradan oraya savrulan karakterlerle, anasız babasız kalmış çocuklarla doludur. Ancak sonunda her şey tatlıya bağlanır, her kayıp ruh sığınacak bir liman bulur. Bu dünyada güzel bir fincan çayın ve yaban mersinli bir kekin, çayıra uzanıp yüzünde güneş ve rüzgarı hissederek uyumanın çözemeyeceği hiçbir sorun yoktur.
Kitapların merkezinde Fin coğrafyasına özgü o büyüleyici vadilerinden birinde yaşayan Moomin ailesi var. Tıpkı Janssonlar gibi anne, baba ve çocuktan oluşan bu ailenin kapısı da herkese açık, dolayısıyla kitaplar da ilginç karakterler geçidi gibi. Dünyanın kendi etrafında döndüğüne inanan, kıymeti kendinden menkul filozof Muskrat, ömrünü bir gün gelecek felaketten korkarak geçiren, o felaket nihayet geldiğinde özgürleşen titiz Fillyjonk, kitapların en karanlık karakteri, yürüdüğü yeri donduran yalnız ve mutsuz Groke, aralarında kendi uydurdukları bir dil konuşup el ele dolaşan ve her gittikleri yere bir bavula saklayıp kimseye göstermedikleri bir yakutu taşıyan Thingumy ve Bob bunlardan bazıları. Kimi eleştirmenler bu son karakterleri gizli aşkın olağanüstü güzel bir metaforu olarak yorumlar.
Bunca renkli karakter arasında bana bu yazıyı yazdıran edebiyatın en tatlı anarşist portrelerinden biri olan Snufkin (İsv: Snusmumrinken) oldu. Snufkin, kitapların baş kahramanı olan tombul, yumuşak tüylü Moomintroll’ün en yakın arkadaşıdır. Her yıl Moominler kış uykusundan uyandığında onları ziyarete gelen, sonbahar geldiğinde ise onları bırakıp yalnız başına dolaşmaya çıkan minik bir gezgindir Snufkin. Özgürlüğüne son derece düşkündür. Hatta aralarındaki sevgi onu bir yere bağladığı için en yakın arkadaşına bile içerler kimi zaman. Ama çok da iyi kalpli ve sadıktır, dönüp dolaşıp her bahar vadiye, arkadaşının yanına gelir.
Snufkin’in hayata dair derin bir sezgisi, en zor durumlarda kimsenin aklına gelmeyen küçük detayları gören bir gözü vardır. Bu yüzden de vadinin en küçük, en mahcup sakinleri Snufkin’e hayrandırlar. Ama bu küçük filozof, onlara “eğer birine çok fazla hayranlık duyarsan asla tamamen özgür olamazsın” diye nasihat vermekten geri durmaz.
Doğadan aldığı ilhamla besteler yaptığı ağız mızıkası, gönlü nereye isterse oraya kurduğu çadırı ve yeşil şapkasından başka hiçbir eşya taşımaz. Bunu da şöyle açıklar: “Bir şeylere sahip olmak istediğinde böyle olur işte. Oysa ben onlara sadece bakıyorum, sonra buradan gittiğimde onları zihnimde taşıyacağım. Bu sayede ellerim hep serbest kalıyor, çünkü bir bavul taşımak zorunda değilim.” Yani kendine ait bir şeyler olsun istememesinin tek sebebi bir yere bağlanmamak değildir aslında, o sahip olma fikrine toptan karşıdır.
Snufkin'in mülkiyet karşıtlığı öyle keskindir ki kitaplarda kontrolünü kaybettiği tek sahne, şaşkın Hemulen’in Moomin Vadisi’nin girişine bir tabela dikmeye kalkışmasıdır. Snufkin tabelalara, çitlere, uyarı levhalarına asla tahammül edemez. Sonradan verdiği tepkiye kendi de şaşırsa da öfkeden gözleri döner: “Herkes öğrenmelidir ki Snufkin uyarılardan nefret eder –aslında özel mülkiyeti çağrıştıran her şeyden: Girilmez! Yasak! Dur! – Eğer Snufkin’le en ufak bir münasebetiniz olduysa bilirsiniz: bu uyarılar onu öfkelendiren, kırılgan ve başkalarının insafına kalmış hissettiren tek şeydir.”
Snufkin’in bir diğer özelliği olan otorite karşıtlığı, dünyada hiç hazzetmediği tek insan olduğunu söylediği, hatta düşmanı olarak tanımladığı park bekçisine duyduğu garezde görülür. Park bekçisi, parkı sınırlamaya, bitkileri budayarak şekilden şekle sokmaya, tepetaklak dolaşıp ağaçlara tırmanmaya heves eden çocukları kum havuzunda uslu uslu oturtmaya kalkan kendini bilmez bir tirandır. Snufkin kural koymaya pek meraklı bu park bekçisinden son derece yaratıcı bir yöntemle alır intikamını: araziye dokunanı elektrik çarpan minik yaratıklar dikerek. Sonra da “sigara içilmez” levhasından başlayarak parktaki bütün levhaları zevkle söküp parçalar.
Snufkin’i en iyi anlatan pasajlardan biriyle bitireyim:
“Eğer notaları zamansız salıverirse yarı yolda sıkışıp kalabilirlerdi ve yalnızca birazcık güzel ezgi çıkardı ortaya, ya da onları tamamen kaybeder ve bir daha asla o doğru hissi bulup onları tekrar yakalayamayabilirdi. Ezgiler çok ciddi şeylerdir, hele ki aynı anda hem neşeli hem de hüzünlü olmaları gerekiyorsa.
Ama bu akşam Snufkin ezgisine çok güveniyordu- oracıkta bekliyordu notalar, neredeyse tamamen olgunlaşmışlardı- ve bu ezgi şimdiye kadar bestelediklerinin en iyisi olacaktı.
Ertesi gün Moomin Vadisi’ne gittiğinde köprünün üstüne oturup bu ezgiyi çalacaktı ve Moomintroll dinler dinlemez “işte bu çok güzel, gerçekten çok güzel” diyecekti.
Evet, daima onu bekleyen ve özleyen Moomintroll. Evinde oturup onu bekleyen, ona hayran olan ve her seferinde “elbette özgür hissetmelisin, tabii ki uzaklara gitmelisin, kimi zaman yalnız kalmayı istediğini çok iyi anlıyorum” diyen Moomintroll.
Ve yine de her seferinde gözleri düş kırıklığıyla kapkara kesilirdi, elden ne gelir.
Aaah ah, diye kendi kendine mırıldandı Snufkin ve yoluna devam etti.
Aah ah. Ne kadar da çok, pek çok hislidir bu Moomintroll. Ama şimdi onu düşünmeyeceğim. Evet o harika bir Moomintroll, ama tam şu anda onu düşünmek zorunda değilim. Bu gece ezgim ve ben tek başımızayız ve bu gece, yarın değil.
Kısa bir süre sonra Snufkin Moomintroll’le ilgili her şeyi tamamen aklından çıkarmayı başardı.”
Tove Jansson’un yetişkinler için kaleme aldığı kitaplar ne yazık ki henüz Türkçeleştirilmedi ancak İngilizce baskıları bulunabiliyor. Moomintroll serisini ise Ayrıntı Yayınları 2010 yılında yayımlamaya girişti ve kitapların ikisi Kuyrukluyıldız Geliyor ve Büyücünün Şapkası adıyla basıldı. Henüz kitapların arkası gelmedi, serinin kalanının da yakın zamanda yayımlanacağını umalım. 

Wednesday 14 December 2016

Çocuk, Aile ve Toplum 2 – “Hasta edeceksin çocuğu”

Çocuk, aile ve toplum ilişkisinin gündelik diyaloglarla nasıl kurulduğuna dair bir önceki yazımda Ali Umut’la sokağa her çıktığımızda en az bir kişinin gelip bize bebeğimize nasıl bakmamız gerektiğiyle ilgili bir takım uyarılarda bulunduğunu, bunların makbul çocukla makbul olmayan çocuğu birbirinden ayırmaya yaradığını yazmıştım. Aslında geleneksel yapıların çözüldüğü, daha çok insanın çocuklarına yalnız baktığı bir dünyada bu müdahalelerin deneyim aktarımı yoluyla önemli bir işlevi yerine getirdiği de söylenebilir. Sonuçta bebeklerin bazen kucaklanınca değil de bir yere bırakılınca sakinleşebileceğini, gaz çıkarmanın türlü çeşitli yöntemini, o bir türlü anlam veremediğiniz ağlamanın yorgunluktan kaynaklanabileceğini çocuk büyütmüş insanlarla konuşa konuşa öğreniyorsunuz. Öte yandan aktarılan bu deneyimlerle ve gündelik uyarıların diliyle nasıl anne babalar olmamız gerektiği de tanımlanıyor. Bu yazıda bu müdahalelerin makbul ebeveynliği nasıl tarif ettiğinden bahsedeceğim.
Bir bebekle sokağa çıktığınız anda hiç tanımadığınız insanlar sizi uyarmaya başlar: huzurla size sarılmış uyuyan bebeğiniz kanguruda boğulabilir, o elindeki oyuncakta zehirli boya olabilir, tatlı tatlı kemirdiği havuç boğazına kaçabilir, mutlulukla çimlerde emeklerken üşütebilir, ağzına yel üfürebilir,  elini uzattığı yapraktan mikrop, doğduğu günden beri okşadığı kediden kuduz, buluttan nem kapabilir. Bir çocukla sakince iyi vakit geçirmeniz uygun görülmez, her gevşeklik uyarıyla karşılaşır. Çünkü çocuk bakımından sorumlu kişinin üstüne düşen en önemli görev kaygı duymaktır. Sıradan gündelik müdahalelerle kaygı sürekli canlandırılır ve anne babalar tetikte tutulur.
Ebeveynlerin korkularını tırmandıran tek şey gündelik hayatta karşılaşılan uyarılar değil elbette. Sansasyonel hızlı üretim habercilik eğiliminin bize hediyelerinden biri, her gün çocuğunuzu bekleyen yepyeni bir tehlike ile ilgili ünlemlerle donatılmış bir yazıyla karşılaşmak. Ebeveynleri dehşete düşüren başlıklarla tıklama avcılığı yapan sosyal medya yazılarında da benzer bir dil kullanılıyor. Tezimde gazete haberlerinde ev kazalarının adeta birer salgın hastalık, birer toplumsal yara gibi sunuluşunu incelediğim kısa bir bölüme şuradan ulaşabilirsiniz. Bu haberlerin dünyası tekinsiz ve tuzaklarla dolu bir yerdir, son derece kırılgan ve savunmasız varlıklar olarak tasvir edilen çocukların bu dünyada hayatta kalması bile tesadüflere bağlıdır.
Geçen yıl İstanbul’da yaklaşık 240 bin, Türkiye’de 1 milyon 325 bin, dünyada 144 milyon bebek doğmuş. Bu bebekler her iklimde, türlü koşullarda büyüyor. Üstelik bebekler oldukça dayanıklı ve onlar için “normal” sayılanlar oldukça geniş. Bunlar çocuklara dair kaygıların tamamen temelsiz olduğunu göstermiyor elbette ama meseleye böyle baktığınızda biraz sakinleşmek mümkün olabilir. Biraz olsun sakinleşmemiz de gerekiyor çünkü sürekli endişe içinde yaşamak sadece ebeveynler için değil çocuklar için de zor. Aşırı korumacılık çocukların özgürlüğünü ciddi şekilde kısıtlıyor.
Yale Üniversitesi’nden Jerome L. Singer ve Dorothy Singer’ın danışmanlığını yaptığı bir araştırma kapsamında görüşülen annelerin %86’sı, çocuklarının sokakta özgürce oynamasının onları mutlu ettiğini gözlemiş. %83’ü ise kendi kaygıları sebebiyle çocuklarını evde tuttuklarını, “sokağa salmadıklarını” söylemişler. Yankı Yazgan bu araştırma ile ilgili uzunca bir yazı yazmıştı. Elbette bu durumun fiziksel çevrenin çocuklara uygun tasarlanmamış olması gibi haklı sebepleri var. Ama bazı tehlikeleri göze almadığımız sürece çocukların hayata karışmaları, kendi başlarına hareket etmeyi öğrenmeleri mümkün değil.
Peter Stearns, Anxious Parents kitabında ebeveynlerin endişelerinin çocukların yaşam standardı yükseldikçe nasıl arttığını anlatır. Stearns’e göre yirminci yüzyıl boyunca salgın hastalıkların kontrol altına alınışı, çevrenin çocuklar için daha güvenli hale gelişi, çocuk ölüm hızının düşüşü gibi gelişmelerle çocukların kıymeti artmış, bu yüzden de kaza, şanssızlık, hastalık gibi sebeplerle çocuklara bir zarar gelmesi kabul edilemez hale gelmiştir. Bunu farklı çocuklara karşı takındığımız farklı tavırlara baktığımızda açıkça görebiliyoruz. Çatışma bölgesindeki çocuğun, göçmen çocuğun, yoksul çocuğun, işçi çocuğun başına bir şey gelmesi en fazla sıradan bir üçüncü sayfa haberi olabilirken, orta ve üst sınıfların korunaklı hayatlar yaşayan çocuklarının atlattığı tehlikeler manşetlere uygun görülüyor.
Bu durum elbette en çok çocukların iyiliğini satın alınabilen bir şeye dönüştüren piyasaya yarıyor. Çocuklarının güvenliğini sağlamak isteyen ebeveynlerin kabarmış yüreğine su serpecek bir sloganla her şeyi pazarlamak mümkün çünkü: sağlam bir araba, sağlıklı gıda, kaliteli sağlık hizmeti, iyi bir gelecek sağlayacak bir eğitim... Yukarıda bahsettiğim araştırmanın devletler, sivil toplum örgütleri ya da üniversitelerce değil de “kirlenmek güzeldir” sloganıyla çocuklara özgürlük pazarlayan Unilever tarafından desteklenmiş olduğunu da ironik bir not olarak düşmek gerek buraya.
Başladığım yere geri döneyim. Gündelik ilişkilerle birbirimize aktardığımız kaygının en önemli işlevi, çocuğa dair bütün her şeyin ailenin sorumluluğunda olduğunu hepimize belletmesi. Bu yüzden sokakta biri gelip sanki çocuğumuzun başına ne gelse sadece bizim yüzümüzden gelirmiş gibi “hasta edeceksin bu çocuğu” dediğinde şaşırmıyoruz. Endişeli ebeveynler olarak her şeyi kontrol etmemiz gerektiğine ve her şeyin kendi sorumluluğumuzda olduğuna inanıyoruz. Peki toplum bu sorumluluğun ne kadarını üstleniyor? Bu da bir sonraki yazının konusu olsun. 

*Peter N. Stearns, Anxious Parents: A History of Modern Child Rearing in America (New York: NYU Press, 2004)

Monday 12 December 2016

İnsanlığın Arşivi: Bitpazarları

Yeni bir kente gittiğimde en çok bitpazarlarını gezmeyi severim, çünkü bence hayata dair ipuçları müzelerde değil de esas buralarda bulunur. Bir zamanlar çok sevilmiş dostlardan gelen posta kartları ve mektuplar, özene bezene giyinip fotoğrafçıya giderek çektirilmiş aile portreleri,  ama en çok da eşyalar: artık büyümüş çocukların kırık oyuncakları, giyilmeye kıyılamadan sandık lekesi olmuş elbiseler, tatile gidilen yerlerden toplanmış ufak tefek süs eşyaları, kimi severek alınmış, kimi eş dost hediye ettiği için saklanmış, artık sahibinin işine yaramayan türlü çeşitli ıvır zıvır. Antika eşyalar değil bu bahsettiklerim, aynısından her evde bulunabilecek ama her evde farklı bir anlam taşıyan nesneler. Bu nesnelere kıymet veren taşıdıkları özellikler değil de hayatına dahil oldukları insanların anıları olduğu için o insanlar ve o anılar yok olduğunda onlara yeni anlamlar yükleyecek birilerini aramak için işte böyle bitpazarlarına düşüyorlar. Bu yüzden de hem hayatın gelip geçiciliğinin, hem de insanların bunu bile bile hayata nasıl tutunduğunun bir vesikası, insanlığımızın arşivi gibi geliyor bana bu eşyalar.
Bu gördüğünüz fotoğrafları Berlin’de Mauerpark bitpazarında çektim. Berlin tıpkı İstanbul gibi yaralı bir kent ve belki de bu yüzden bitpazarları böyle zengin. Berlin’e geleli daha pek bir vakit olmamış göçmen bir satıcının tezgahında Weimar döneminden bir vazo, savaş döneminden bir rozet, DDR’den bir çaydanlık, Batı Almanya üretimi bir kaset çaları yan yana bulabiliyorsunuz. Bu eşyalar geçtiğimiz on yıllar boyunca nelere tanık oldu, nasıl insanlar için ne anlam taşıdılar? Bunları öğrenmenin bir yolu yok elbette. Ama o tek bir köşesi aşınmış ahşap oyuncakla bir zamanlar bir bebeğin yeni çıkan dişini kaşıdığını, hiçbir yanı çizilmeden nesilden nesile aktarılmış kadeh takımının kayıp bir zenginliğin hatırası olarak bir vitrinde özenle saklandığını ve sadece özel misafirlere çıkarıldığını tahmin etmek; bunlara bakarak hiç tanımadığınız ve anılarını paylaşmadığınız insanlarla duygudaşlık kurmak zor değil.
Serinin en son fotoğrafında kavrulmuş masa lambaları göreceksiniz. Bu fotoğrafı da yine Berlin’de, Museum der Dinge’de çektim. 20. ve 21. Yüzyıllarda üretilmiş, çoğu seri üretim gündelik hayat nesnelerine ev sahipliği yapan bu ufak müzenin adı kabaca Şeylerin Müzesi diye çevrilebilir. Alışılagelmiş müzelerden oldukça farklı bir yer; eşyalar işlevlerine, renklerine, kimi zaman da ait oldukları estetik ekole göre gruplanarak sergilenmiş. Ziyaretçiye fazla bilgi veren bir müze değil burası, bu fotoğrafta görülen lambaların başına ne geldiğini de yazmamışlar. Ben bunların Berlin’in bombalandığı günlerden kalma olduklarını düşündüm.
Çektiğim bu fotoğrafları, Christopher Isherwood’un Berlin’de, muhtemelen aynı bu fotoğraflardakilere benzeyen nesnelerle ilgili yazdığı bir pasajla birlikte paylaşmak istedim. Isherwood’un otobiyografik öğeler taşıyan Elveda Berlin romanı 1939’da yayımlanmış. Hikaye 1930ların başında, Nazilerin iktidara yürüdüğü ve Almanya’nın felakete sürüklendiği yıllarda geçiyor. Henüz okumadıysanız salt edebiyatın en trajik dekadan karakterlerinden biri olan Sally Bowles ile tanışmak için bile muhakkak okumanızı tavsiye ederim. Isherwood’un bu pasajda eşyaların kaderiyle ilgili yazdığı her iki öngörü de gerçekleşti. Acaba savaş arifesindeki Berlin’i anımsatan günler yaşayan bizlere ve bizim eşyalarımıza ne olacak? Onu da bundan yetmiş yıl sonra İstanbul’un bitpazarlarını gezen biri yazar artık arkamızdan.  
 “Odadaki her şey böyle: Gereksiz derecede sağlam, anormal derecede ağır ve tehlikeli biçimde keskin. Burada, yazı masasının başında da bir alay metal nesneyle karşı karşıyayım – birbirine dolanmış yılanlar biçiminde bir çift şamdan, içinden bir timsah başı uzanan bir kül tablası, bir Floransa kamasından kopya edilmiş bir mektup açacağı, kuyruğunun ucunda küçük, bozuk bir saat taşıyan pirinç bir yunus. Böyle şeyler sonunda ne olur? Bunlar nasıl yok edilir? Herhalde binlerce yıl öylece, el sürülmeden kalacaklar: İnsanlar onları müzelerde değerlendirecek. Ya da belki savaşta eritilerek cephane olarak kullanılacaklar.” Christopher Isherwood, Hoşça Kal Berlin, Çeviren: Zehra Gencosman. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012).
Metnin orjinali de şurada dursun:

“Everything in the room is like that: unnecessarily solid, abnormally heavy and dangerously sharp. Here, at the writing-table I am confronted by a phalanx of metal objects – a pair of candlesticks shaped like entwined serpents, an ashtray from which emerges the head of a crocodile, a paperknife copied from a Florentine dagger, a brass dolphin on the end of its tail a small broken clock. What becomes of such things? How could they ever be destroyed? They will probably remain intact for thousands of years: people will treasure them in museums. Or perhaps they will merely be melted down for munitions in a war.” Christopher Isherwood, Goodbye to Berlin (London: Vintage Books, 1998).





Friday 9 December 2016

Almost-Disasters and Children Who Could-Have-Been-Victims: Parental Liability and Accident Reports in the News Media in the 1980s

According to Peter Stearns, the scientific advancements and the improvement of children’s living standards in the twentieth century had paradoxically created new concerns for parents who wanted to protect their valuable children from harm.[i] In other words, as their environment became more secure, and their standards higher, parents were even more anxious to protect their children. Stearns argues that this was how a new rhetoric child rearing was built upon parents’ desire to discard chance and accident.[ii] In this rhetoric, not only did accidents, health problems, and other malices come to be seen as unacceptable, but also they were considered “outside the child’s obvious control, and without any fault on the child’s part.” The reflection of increasing parental anxiety and the unacceptability of accidents on Turkey’s news media was quite straightforward, as evidenced by the significant increase in articles reporting the infinite number of perils children’s lives were in.
By the mid-1980s, a judging style emerged in articles about accidents and other misfortunes children encountered. Mothers were cautioned that the world beyond their doorstep was full of dangers. The common point of these texts was that they warned parents against threats that could have been considered somewhat out of their reach and control, they were told not only to be aware, but also beware of strangers, when sporadic child kidnapping cases were presented as crime sprees, and isolated theft stories were presented as criminal waves. Socially rooted problems like children addicted to drugs and inhaling psychotic substances were narrated as tragic family stories. Instead of demanding secure grounds for children, the press warned the parents to keep their children indoors to protect them from the uncontrolled city streets. The only exception was Milliyet’s insistence on governmental responsibility in securing urban landscapes for children.
Moreover, children’s health became an issue of concern as well. While unusual diseases were presented to the reader with a certain fascination of new medicinal advancements, they also informed perturbed mothers of thousands of strange diseases. What accompanied these news articles was a new rhetoric used in health news that implied that the mother was in total control of her children’s health. Ahıska and Yenal observe that news about “the new person ideal” became a common topic after the 1980s, the overarching theme of which was “the return to self and accepting the responsibility to optimize one’s own health and competence.”[iii] This “self improvement/self help” literature included tips to motivate individual control over well-being, and stories of personal accomplishments were prevalent among child-related articles that targeted families. In the case of children, the emphasis was on parental responsibilities, and mothers were the designated controllers over children’s psychology, physical health and competence. This can be interpreted as a distortion of the scientific motherhood rhetoric of the early century to an omnipresent, over-capable super mother.
Parental anxieties over children’s well-being were not limited to threats or illnesses coming from outside either, their safety at home also became a favourite subject of news reports. Domestic accidents, which rarely turned into news stories unless they resulted in injuries or deaths in the 1970s, came to cover a great proportion of child-related news by the next decade. The peak was in 1987, when Hürriyet published more than twenty reports about non-life threatening accidents, quarter of which were on the cover. Thus, the newspapers were stocked with stories of domestic accidents as almost-disasters and children who could-have-been-victims. Although this might be a result of the increase in page numbers and hospital reporters, the disproportionate representation of unsupervised children who encountered mishaps in households drew a surreal landscape in which everything, from balloons to candies, from pencils to erasers, from horses to roosters were accidents waiting to happen; children were sitting ducks who could hurt themselves while playing house, walking in the street, or listening to the hissing sound of lighters. [iv]  They were potential victims that mothers should keep under constant surveillance.
If the construction of the “fragile child” was one side of the coin, then the other side was the emphasis on parental liability and negligence. In 1977, only one out of the five articles about children who had lost their lives in accidents published in Hürriyet contained the word “negligence.” However, in the following years, “negligence” became a buzzword in news accusing “inattentive” and “lousy” mothers whose carelessness slaughtered their children. Even a child injured when he found a hand grenade on the street could be presented with the subtitle, “Caution, mothers and fathers!”[v] without any questioning of the strange presence of an explosive in plain sight. These “failed” mothers who were in fact those who suffered the most were introduced as deterrent examples to other families.
The same media that failed to draw the obvious link between low income, poor sanitation, and contagious malaria found a pattern in random cases of domestic accidents and regionally diverse kidnappings. According to World Health Organisation, one in five child labourers in Turkey suffered from a workplace-related injury or illness in the second half of the 1980s. However, Hürriyet published only a single news story about a workplace accident the year it published twenty odd reports about children slightly injured at home. This is not to suggest that children were not falling sick, attacked or injured in domestic accidents. However, as put by Schudson, the media drew a dramatic landscape full of fragile innocent kids “by selecting, highlighting, framing, shading, and shaping in reportage, they create an impression that real people – readers and viewers – then take to be real and to which they respond in their lives.”[vi] Thus, child rearing advice and accident reports that addressed mothers alike were instrumental in the familialisation of children’s health, security, and development. Psychologists, pedagogues, and physicians came together in blaming the parents for not protecting their kids.

*Excerpt from my unpublished PhD Thesis. Cut the Kids in Half: New Urban Childhoods in Turkey Through the Lens of the Mainstream Media, 1977-1997. Supervisor: Prof. Ayşe Buğra. Istanbul: Bogazici University, 2015.



[i] Peter N. Stearns, Anxious Parents: A History of Modern Child Rearing in America (New York: NYU Press, 2004), p.26.
[ii] Stearns, p.17.
[iii] Meltem Ahıska and Zafer Yenal, The Person You Have Called Cannot Be Reached at the Moment: Representations of Lifestyles in Turkey, 1980-2005 (İstanbul: Ottoman Bank Archives and Research Centre, 2006), p.43.
[iv] “Balon uçtu, Beyhan uçtu” (Baloon took off, Beyhan took off) Hürriyet, 14 April 1982; “Renkli şekerleri çocuklar ilaçlarla karıştırıyor” (Children are confusing coloured candies with drugs) Hürriyet, 19 April 1982; “Kalem kurbanı” (Victim to a pencil) Hürriyet, 30 September 1982; “Küçük öğrencinin kulağına silgi kaçtı” (An eraser blocked the little student’s ear) Hürriyet, 18 November 1982;  “Az daha erkekliğini kaybedecekti” (He’d almost lost his manhood - Headline) Türkiye, 23 June 1982; “Murat’ı horoz gagaladı” (Murat was pecked by a cock- Headline) Hürriyet, 4 April 1982;  “Evcilik kör ediyordu” (Playing house almost blinded them) Hürriyet, 12 March 1982; “Afacan Recai meraktan ölecekti” (His curiosity had almost killed the little rascal Recai)Hürriyet, 21 February 1982.
[v] “Top diye bomba ile oynayan Ali’nin parmakları koptu” (Ali lost his fingers when he mistook a hand grenade for a ball) Hürriyet, 17 August 1982.
[vi] Schudson, The Sociology of News, (New York: Norton, 2003), p.2.