Monday 12 December 2016

İnsanlığın Arşivi: Bitpazarları

Yeni bir kente gittiğimde en çok bitpazarlarını gezmeyi severim, çünkü bence hayata dair ipuçları müzelerde değil de esas buralarda bulunur. Bir zamanlar çok sevilmiş dostlardan gelen posta kartları ve mektuplar, özene bezene giyinip fotoğrafçıya giderek çektirilmiş aile portreleri,  ama en çok da eşyalar: artık büyümüş çocukların kırık oyuncakları, giyilmeye kıyılamadan sandık lekesi olmuş elbiseler, tatile gidilen yerlerden toplanmış ufak tefek süs eşyaları, kimi severek alınmış, kimi eş dost hediye ettiği için saklanmış, artık sahibinin işine yaramayan türlü çeşitli ıvır zıvır. Antika eşyalar değil bu bahsettiklerim, aynısından her evde bulunabilecek ama her evde farklı bir anlam taşıyan nesneler. Bu nesnelere kıymet veren taşıdıkları özellikler değil de hayatına dahil oldukları insanların anıları olduğu için o insanlar ve o anılar yok olduğunda onlara yeni anlamlar yükleyecek birilerini aramak için işte böyle bitpazarlarına düşüyorlar. Bu yüzden de hem hayatın gelip geçiciliğinin, hem de insanların bunu bile bile hayata nasıl tutunduğunun bir vesikası, insanlığımızın arşivi gibi geliyor bana bu eşyalar.
Bu gördüğünüz fotoğrafları Berlin’de Mauerpark bitpazarında çektim. Berlin tıpkı İstanbul gibi yaralı bir kent ve belki de bu yüzden bitpazarları böyle zengin. Berlin’e geleli daha pek bir vakit olmamış göçmen bir satıcının tezgahında Weimar döneminden bir vazo, savaş döneminden bir rozet, DDR’den bir çaydanlık, Batı Almanya üretimi bir kaset çaları yan yana bulabiliyorsunuz. Bu eşyalar geçtiğimiz on yıllar boyunca nelere tanık oldu, nasıl insanlar için ne anlam taşıdılar? Bunları öğrenmenin bir yolu yok elbette. Ama o tek bir köşesi aşınmış ahşap oyuncakla bir zamanlar bir bebeğin yeni çıkan dişini kaşıdığını, hiçbir yanı çizilmeden nesilden nesile aktarılmış kadeh takımının kayıp bir zenginliğin hatırası olarak bir vitrinde özenle saklandığını ve sadece özel misafirlere çıkarıldığını tahmin etmek; bunlara bakarak hiç tanımadığınız ve anılarını paylaşmadığınız insanlarla duygudaşlık kurmak zor değil.
Serinin en son fotoğrafında kavrulmuş masa lambaları göreceksiniz. Bu fotoğrafı da yine Berlin’de, Museum der Dinge’de çektim. 20. ve 21. Yüzyıllarda üretilmiş, çoğu seri üretim gündelik hayat nesnelerine ev sahipliği yapan bu ufak müzenin adı kabaca Şeylerin Müzesi diye çevrilebilir. Alışılagelmiş müzelerden oldukça farklı bir yer; eşyalar işlevlerine, renklerine, kimi zaman da ait oldukları estetik ekole göre gruplanarak sergilenmiş. Ziyaretçiye fazla bilgi veren bir müze değil burası, bu fotoğrafta görülen lambaların başına ne geldiğini de yazmamışlar. Ben bunların Berlin’in bombalandığı günlerden kalma olduklarını düşündüm.
Çektiğim bu fotoğrafları, Christopher Isherwood’un Berlin’de, muhtemelen aynı bu fotoğraflardakilere benzeyen nesnelerle ilgili yazdığı bir pasajla birlikte paylaşmak istedim. Isherwood’un otobiyografik öğeler taşıyan Elveda Berlin romanı 1939’da yayımlanmış. Hikaye 1930ların başında, Nazilerin iktidara yürüdüğü ve Almanya’nın felakete sürüklendiği yıllarda geçiyor. Henüz okumadıysanız salt edebiyatın en trajik dekadan karakterlerinden biri olan Sally Bowles ile tanışmak için bile muhakkak okumanızı tavsiye ederim. Isherwood’un bu pasajda eşyaların kaderiyle ilgili yazdığı her iki öngörü de gerçekleşti. Acaba savaş arifesindeki Berlin’i anımsatan günler yaşayan bizlere ve bizim eşyalarımıza ne olacak? Onu da bundan yetmiş yıl sonra İstanbul’un bitpazarlarını gezen biri yazar artık arkamızdan.  
 “Odadaki her şey böyle: Gereksiz derecede sağlam, anormal derecede ağır ve tehlikeli biçimde keskin. Burada, yazı masasının başında da bir alay metal nesneyle karşı karşıyayım – birbirine dolanmış yılanlar biçiminde bir çift şamdan, içinden bir timsah başı uzanan bir kül tablası, bir Floransa kamasından kopya edilmiş bir mektup açacağı, kuyruğunun ucunda küçük, bozuk bir saat taşıyan pirinç bir yunus. Böyle şeyler sonunda ne olur? Bunlar nasıl yok edilir? Herhalde binlerce yıl öylece, el sürülmeden kalacaklar: İnsanlar onları müzelerde değerlendirecek. Ya da belki savaşta eritilerek cephane olarak kullanılacaklar.” Christopher Isherwood, Hoşça Kal Berlin, Çeviren: Zehra Gencosman. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012).
Metnin orjinali de şurada dursun:

“Everything in the room is like that: unnecessarily solid, abnormally heavy and dangerously sharp. Here, at the writing-table I am confronted by a phalanx of metal objects – a pair of candlesticks shaped like entwined serpents, an ashtray from which emerges the head of a crocodile, a paperknife copied from a Florentine dagger, a brass dolphin on the end of its tail a small broken clock. What becomes of such things? How could they ever be destroyed? They will probably remain intact for thousands of years: people will treasure them in museums. Or perhaps they will merely be melted down for munitions in a war.” Christopher Isherwood, Goodbye to Berlin (London: Vintage Books, 1998).





No comments:

Post a Comment