Wednesday 14 December 2016

Çocuk, Aile ve Toplum 2 – “Hasta edeceksin çocuğu”

Çocuk, aile ve toplum ilişkisinin gündelik diyaloglarla nasıl kurulduğuna dair bir önceki yazımda Ali Umut’la sokağa her çıktığımızda en az bir kişinin gelip bize bebeğimize nasıl bakmamız gerektiğiyle ilgili bir takım uyarılarda bulunduğunu, bunların makbul çocukla makbul olmayan çocuğu birbirinden ayırmaya yaradığını yazmıştım. Aslında geleneksel yapıların çözüldüğü, daha çok insanın çocuklarına yalnız baktığı bir dünyada bu müdahalelerin deneyim aktarımı yoluyla önemli bir işlevi yerine getirdiği de söylenebilir. Sonuçta bebeklerin bazen kucaklanınca değil de bir yere bırakılınca sakinleşebileceğini, gaz çıkarmanın türlü çeşitli yöntemini, o bir türlü anlam veremediğiniz ağlamanın yorgunluktan kaynaklanabileceğini çocuk büyütmüş insanlarla konuşa konuşa öğreniyorsunuz. Öte yandan aktarılan bu deneyimlerle ve gündelik uyarıların diliyle nasıl anne babalar olmamız gerektiği de tanımlanıyor. Bu yazıda bu müdahalelerin makbul ebeveynliği nasıl tarif ettiğinden bahsedeceğim.
Bir bebekle sokağa çıktığınız anda hiç tanımadığınız insanlar sizi uyarmaya başlar: huzurla size sarılmış uyuyan bebeğiniz kanguruda boğulabilir, o elindeki oyuncakta zehirli boya olabilir, tatlı tatlı kemirdiği havuç boğazına kaçabilir, mutlulukla çimlerde emeklerken üşütebilir, ağzına yel üfürebilir,  elini uzattığı yapraktan mikrop, doğduğu günden beri okşadığı kediden kuduz, buluttan nem kapabilir. Bir çocukla sakince iyi vakit geçirmeniz uygun görülmez, her gevşeklik uyarıyla karşılaşır. Çünkü çocuk bakımından sorumlu kişinin üstüne düşen en önemli görev kaygı duymaktır. Sıradan gündelik müdahalelerle kaygı sürekli canlandırılır ve anne babalar tetikte tutulur.
Ebeveynlerin korkularını tırmandıran tek şey gündelik hayatta karşılaşılan uyarılar değil elbette. Sansasyonel hızlı üretim habercilik eğiliminin bize hediyelerinden biri, her gün çocuğunuzu bekleyen yepyeni bir tehlike ile ilgili ünlemlerle donatılmış bir yazıyla karşılaşmak. Ebeveynleri dehşete düşüren başlıklarla tıklama avcılığı yapan sosyal medya yazılarında da benzer bir dil kullanılıyor. Tezimde gazete haberlerinde ev kazalarının adeta birer salgın hastalık, birer toplumsal yara gibi sunuluşunu incelediğim kısa bir bölüme şuradan ulaşabilirsiniz. Bu haberlerin dünyası tekinsiz ve tuzaklarla dolu bir yerdir, son derece kırılgan ve savunmasız varlıklar olarak tasvir edilen çocukların bu dünyada hayatta kalması bile tesadüflere bağlıdır.
Geçen yıl İstanbul’da yaklaşık 240 bin, Türkiye’de 1 milyon 325 bin, dünyada 144 milyon bebek doğmuş. Bu bebekler her iklimde, türlü koşullarda büyüyor. Üstelik bebekler oldukça dayanıklı ve onlar için “normal” sayılanlar oldukça geniş. Bunlar çocuklara dair kaygıların tamamen temelsiz olduğunu göstermiyor elbette ama meseleye böyle baktığınızda biraz sakinleşmek mümkün olabilir. Biraz olsun sakinleşmemiz de gerekiyor çünkü sürekli endişe içinde yaşamak sadece ebeveynler için değil çocuklar için de zor. Aşırı korumacılık çocukların özgürlüğünü ciddi şekilde kısıtlıyor.
Yale Üniversitesi’nden Jerome L. Singer ve Dorothy Singer’ın danışmanlığını yaptığı bir araştırma kapsamında görüşülen annelerin %86’sı, çocuklarının sokakta özgürce oynamasının onları mutlu ettiğini gözlemiş. %83’ü ise kendi kaygıları sebebiyle çocuklarını evde tuttuklarını, “sokağa salmadıklarını” söylemişler. Yankı Yazgan bu araştırma ile ilgili uzunca bir yazı yazmıştı. Elbette bu durumun fiziksel çevrenin çocuklara uygun tasarlanmamış olması gibi haklı sebepleri var. Ama bazı tehlikeleri göze almadığımız sürece çocukların hayata karışmaları, kendi başlarına hareket etmeyi öğrenmeleri mümkün değil.
Peter Stearns, Anxious Parents kitabında ebeveynlerin endişelerinin çocukların yaşam standardı yükseldikçe nasıl arttığını anlatır. Stearns’e göre yirminci yüzyıl boyunca salgın hastalıkların kontrol altına alınışı, çevrenin çocuklar için daha güvenli hale gelişi, çocuk ölüm hızının düşüşü gibi gelişmelerle çocukların kıymeti artmış, bu yüzden de kaza, şanssızlık, hastalık gibi sebeplerle çocuklara bir zarar gelmesi kabul edilemez hale gelmiştir. Bunu farklı çocuklara karşı takındığımız farklı tavırlara baktığımızda açıkça görebiliyoruz. Çatışma bölgesindeki çocuğun, göçmen çocuğun, yoksul çocuğun, işçi çocuğun başına bir şey gelmesi en fazla sıradan bir üçüncü sayfa haberi olabilirken, orta ve üst sınıfların korunaklı hayatlar yaşayan çocuklarının atlattığı tehlikeler manşetlere uygun görülüyor.
Bu durum elbette en çok çocukların iyiliğini satın alınabilen bir şeye dönüştüren piyasaya yarıyor. Çocuklarının güvenliğini sağlamak isteyen ebeveynlerin kabarmış yüreğine su serpecek bir sloganla her şeyi pazarlamak mümkün çünkü: sağlam bir araba, sağlıklı gıda, kaliteli sağlık hizmeti, iyi bir gelecek sağlayacak bir eğitim... Yukarıda bahsettiğim araştırmanın devletler, sivil toplum örgütleri ya da üniversitelerce değil de “kirlenmek güzeldir” sloganıyla çocuklara özgürlük pazarlayan Unilever tarafından desteklenmiş olduğunu da ironik bir not olarak düşmek gerek buraya.
Başladığım yere geri döneyim. Gündelik ilişkilerle birbirimize aktardığımız kaygının en önemli işlevi, çocuğa dair bütün her şeyin ailenin sorumluluğunda olduğunu hepimize belletmesi. Bu yüzden sokakta biri gelip sanki çocuğumuzun başına ne gelse sadece bizim yüzümüzden gelirmiş gibi “hasta edeceksin bu çocuğu” dediğinde şaşırmıyoruz. Endişeli ebeveynler olarak her şeyi kontrol etmemiz gerektiğine ve her şeyin kendi sorumluluğumuzda olduğuna inanıyoruz. Peki toplum bu sorumluluğun ne kadarını üstleniyor? Bu da bir sonraki yazının konusu olsun. 

*Peter N. Stearns, Anxious Parents: A History of Modern Child Rearing in America (New York: NYU Press, 2004)

No comments:

Post a Comment